7 Aralık 2010 Salı

Mehmet Akif'te Dinî Duygu ve Düşünce

Mehmet Akif, sancılı bir dönemin şairidir. Dinî duygu ve düşünceleri de o çalkantılı dönemin, ruhunda bırakmış olduğu pek derin tesirlerle yoğrulmuştur. İnsan, Akif'in Safahat'ını, Safahat dışındaki şiirlerini, makalelerini, tercüme ve tefsirlerini sathî bir şekilde dahi tetkik edecek olursa; mazide kalmış dedelerimizin, ninelerimizin topyekün ah u vahlarını, iniltilerini ve bazen de canhıraş feryatlarını duyar. Akif de, büyük bir gürültüyle gelmekte olan, ama maalesef pek çok kimsenin farkında bile olmadığı bu tehlikeyi avazı çıktığı kadar haber vermeye çalışan kısık bir sestir. Biz, bu makalemizde Akif'in dinî duygu ve düşüncelerini belli bir tasnif dahilinde vermeye çalışacağız. 

Din Akif, milleti bir arada tutan yegane unsurun "din" gerçeği olduğunu hassasiyetle belirtir: 


"Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam, 
Bağlamak lâzım iken, anlamadım anlıyamam, 
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? 
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? 
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı, 
Aynı milliyetin altında tutan İslâm'ı, 
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir, 
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir. 
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez... 
Son siyasetse bu, hiç böyle siyaset yürümez. 
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan, 
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan 
Siz bu davada iken yoksa, iyâzen billah, 
Ecnebîler olacak sâhib-i mülkün nâgâh 1 

Mütefekkirlerin dini pek anlamadıklarını, İslâm'ın ruhunu telâkkide gayet yanlış olduklarını belirtir. Akif'e göre şayet din, ilerlemeye mani olsaydı, İslâm'ın o başlangıçtaki baş döndürücü süratle yayılışının imkânsız olması gerekecekti. Din, ilerlemeye engel teşkil etseydi, o seçkin asır yüce bir uygarlığı yüklenip ortaya çıkamazdı. İslâm'ın ruhunda sınırsız bir tekamül cevheri bulunmasaydı, İslâm öncesi asırlarda vahşet ve katılığa dalmış bulunan, hattâ evlâdını diri diri gömmekten zevk alan insanlık yüce bir hâle gelemezdi.2 

Daha günümüzden yüz sene öncesinde kendi çağını "bilgi çağı" olarak nitelendiren Akif, dinin sadece korunması için bile okur-yazar olunması gerektiğini ihsas eder: 

Zaman zaman-ı ulûm olmasaydı böyle, yine, 
Kemâl-i şevk ile madem atılmışız dine, 
Okur-yazar olacaktık siyâneten dini: 
Onun maarife vabeste, çünkü te'mini.3 

Müslümanlık, ancak bir gayret dinidir. Hakikî müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.4 Şayet bu ülke çiğnenmek ve zelil bir hayat yaşamak istemiyorsa İslâm'ın koruyuculuğuna sığınmalıdır.5 Akif, ülkenin parçalanmaması için dinin en kuvvetli bir bağ olduğunu düşünmekte, ırkçılık cereyanlarının en medenî, en gelişmiş ülkeleri bile birbirine düşürerek yok ettiğine inanmaktadır. Hattâ kendisi, bir zamanlar ırkçılık cereyanlarını önleyici bir teklif de ortaya atmış, ancak bu faaliyet, fedakârlık ve gayret gerektirdiğinden olsa gerek ilgililer bu teklifi kulakardı etmişlerdir.6 Bu konu ile ilgili olarak bir makalesinde de şöyle demektedir: "Allah aşkına olsun gerçek din ile gösterişi birbirinden ayıralım. Tamamı canlı olan İslâm dinini, bilgisizliğimize, tenbelliğimize ve anlayışsızlığımıza bir delil yapmayalım. Dinin özünü, Allah'ın kitabından ve hadîslerden alamıyorsak; Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünneti ile amel eden müslümanları kendimize önder kabul edelim." 7 

Akif, doğuyu dolaşıp gelmiştir. Din adına görmüş olduğu şeyler oldukça üzücüdür. Şöyle diyor: 

Kasap görmüş koyundan beş beter yılgın cemaatler 
Tezellüller, tazarrular, esaretler, şenaatler; 
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar 
Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar.8 

I. Dünya Savaşı sırasında vazifeli olarak gittiği Berlin'den sonra 1915 yılının Mayıs ayı sonunda yine resmî ve vatanî bir vazifeyle Arap yarımadasına bir seyahati olmuştur. Bu seyahati esnasında ilham duygularıyla yüklü "Necid çöllerinden Medine'ye" adlı şiirini yazmıştır. Birgün ezanlar okunmuş, topluluk da saf hâlinde namaza durmuştur. İşte o andaki duygularını şöyle dile getiriyor: 


Önümde ümmet-i mazlûmesiyle peygamber; 
Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler, 
Ne ihtiyarıma sahip, ne itiyadıma râm, 
Bu girdâb-ı ibâd ortasında bî-ârâm9 

Yine, Medine'de Hz. Peygamber'in kabri baş ucunda dua etmektedir. Tam o sırada iri-yarı Sudan'lı bir siyahî: "Ya Rasulallah" diye haykırarak Babu's-Selâm tarafına gelir. Bu zat, kabri çevreleyen demir parmaklıklara sarılır ve Sudan'ı nasıl yaya olarak geçtiğini, Tihame çöllerinde üç ay nasıl kızgın güneş altında çeşitli zorluklara katlanarak yürüdüğünü, hiç uyumadığını, tabiattaki varlıklarla hasbihâl ettiğini, hasretler çekerek buraya geldiğini, ama bu hasretinin sonunda kabri çevreleyen bu demir parmaklıklarla karşılaştığını belirterek: 

Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden 
Bu hasta ruhumu ayırma artık hâkinden 
Nedir o meş'ale? Nûrun mu? Yâ Rasulallâh! 
der ve oracığa yığılır. Ölmüştür artık. Akif, bu hâdiseyi öyle derin hislerle dile getirir ki gözünüz önünde cereyan ediyor zannedersiniz.10 

Uluhiyet 
Akif; 
Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi? 
Senden bir daha emr-i sükûn inmeyecek mi?11 
derken, Allah'ın, yaptığı işlerden dolayı sorgulanamayacağını bilmiyor değildir: 

Lâ yüs'el'e binlerce sual olsa da kurban 
İnsan bu muammâlara dehşetle nigehbân.12 

"Tevhid yahut Feryad" adlı şiirinde zulmün saldırgan kılıcının dünyayı yakıp yıktığını, rastgele kesip biçtiğini belirterek: "Ey Allah'ım, bunlar hep senin emir ve işaretlerinle mi olmaktadır?"13 diyor. Burada da sanki Akif, zulmün Allah'ın emirleriyle meydana geldiğine inanıyor görünse de böyle olmadığı 1907-1909 yılında diktatörlüğüyle tanınan İran Şahı Muhammed Ali için, Mithat Cemal Kuntay ile müştereken yazmış oldukları şiirde açık bir şekilde görülebilmektedir. O yıllarda İran'da büyük katliamlar meydana gelmişti. Şiirinde: "Hayır... Bunları Allah'a yüklemekte bir mânâ yok. Cenab-ı Hak -haşa- hiçbir zaman caniye yardım etmez"14 diyor. 

Ahlâka yücelik veren ne irfan ne de vicdandır. Şayet gönüllerden Allah korkusu kaldırılsa, vicdanın ve bilginin hiçbir tesiri kalmayacaktır.15 Bir toplumda Allah korkusu hakim olursa, bu toplum da bütün dünyaya sahip ve bütün milletlere efendi olacaktır.16 

Cami-Ezanlar-İbadet 
Akif, cami konusundaki duygularını şöyle belirtir: Cami, bir ibadet evi olmaktan da öte, ibadetlerin mabed şeklinde Allah'a yükselişidir. Bu, sadece bir görüntü değil, Hakk'ın cemâline vasıl olmuş hayranlar kafilesidir. Şüphesiz ki gökten inmiş değildir. Ama semavî bir hüviyete sahiptir. Allah'ın, sınırsız, feyizli cilvesini ihtiva etmektedir.17 Yine; o ışıklar âlemi karanlığın ne olduğunu bilmez. O kutsal yuva bugüne kadar hiçbir şekilde kirlenmemiş, bundan sonra da kirlenemeyecektir... Onu yücelten, sonsuza kadar yüce kalsın diye yüceltmiş... Sağnak sağnak pislik yağıp dünyaları kirletse de yine temiz yine yüce kalacaktır.18 Minareleri de hayalinde birer ney'e benzeterek: "O taş yürekte bu suzişli nağmeler ne garip"19 der. O; "İhtilaf-ı metal'i sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur"20 diyor. İlk defa 8 Ekim 1908 tarihinde Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanan "Ezanlar" şiirinin başında da belirttiği üzere, gerçekten her an dünyanın yeni bir noktasında ezan vakti olmakta ve orada ezan okunmaktadır. Çünkü ezan vakti güneşin hareketiyle ayarlıdır. Dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısı fasılasız olarak her an anılıp, insanlar ibadete çağrılmaktadır. Ona göre; bu kutsal haykırış dalga dalga göklere yükseldikçe, göklerden de Allah'ın kudret sırları bütün azametiyle yeryüzüne inmeye başlar. O zaman lisan-ı hâl ile her an Hakk'ı ezberden zikreden kâinat varlıkları, nurlar nuru o kudret sırlarından yüz yüze feyz almaya başlarlar. Çünkü, artık gecenin karanlığı da, seherin aydınlığı da Canan'ın (Allah'ın tecellisiyle dolup taşmıştır.)21 
Namaz kılan cemaatin hâlini de coşkun duygularla dile getirir. Saf saf olup ibadete yönelen bu birlik âleminin vakur havasında Allah'ın ebedî rahmet nefhasının estiği hissedilmektedir. Binlerce kişinin gölgeyi andıran birliğini hareketlendirip ona yön veren bu kutsal nefhadır. Bu nefesle, canların tepeden tırnağa bütün zerreleri ürpermekteydi. Mabed, içini dolduran müminlerin ibadet uğultularını duydukça, kapı ve duvarlarından onların feyzini artıracak sesler aksettiriyor... İbadetin feyziyle yanmaya başlayan ruhlar, eriştikleri İlâhî tecelliye dayanamayacak kadar yorgun düşüyor... Gözler hiç ayılmayacakmış gibi kendinden geçiyordu...22 

Ahiret-Kader-Tevekkül 
Akif'in, bu konuda "Ahiret Yolu" adlı bir şiiri vardır. Bir cenaze merasiminden ilham alarak yazdığı bu şiirde duygularını şöyle dile getiriyor: 

Senin en son serîrindir şu bî-perva uzanmış taş, 
Ki nermin hâb-gâhından çıkar, birgün vurursun baş! 
Elinde yok halâs imkânı, mâ-dâme'l hayat uğraş... 
O, mutlak, sedd-i râhındır, aşılmaz... Muktedirsen aş!23 

İnançlı kimse, bu dünya hayatını, ahiret adına hükmü yok bir şekilde kullanamaz. Dünya hayatını önemsemeyen, bu önemsememe telâkkisi sonucunda ahirette her şeyin kendi emrine amade bir şekilde beklediğini sanan kimse hüsrandadır. Çünkü insan, ekmeden, çalışmadan mahsül bekleyemeyeceği gibi, dünyayı da iyilikler-güzellikler adına değerlendirmeden de ötelerde birşey bekleyemeyecektir.24 

İnsanın dilinden ahiretin düşmemesi değildir önemli olan. Üstelik bu tutum, divanecesine bir vehimdir. Bu tarz tutum devam ettiği sürece de "sıfru'l-yed (elde sıfır)" gidilir ve yine sıfru'l-yed ortada kalınır.25 

Tedbir konusunda tembel davranıp, kaderi itham etmek, "kaderde varmış" demek yanlış bir davranıştır.26 Hattâ insanlar, kendilerine bazı sorumluluklar yükleyen Kur'an'ın muhatabının neredeyse Cenab-ı Hak olduğunu söyleyecek, sorumluluğu da Allah'a yükleyeceklerdir.27 Bu tür insanların kader anlayışı da dine karşı bir iftira, tevekkül düşünceleri de hüsran içinde hüsrandır.28 Onun, "Azimden Sonra Tevekkül" başlıklı şiirini konumuza ait önemi sebebiyle buraya alıyoruz: 

Allâh'a dayandım! diye sen çıkma yataktan... 
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân! 
Ecdâdını, zannetme asırlarca uyurdu; 
Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? 
Üç kıtada, yer yer, kanayan izleri şâhid: 
Dinlenmedi birgün o büyük nes-i mücâhid. 
Âlemde tevekkül demek olsaydı atâlet 
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet? 
Çoktan kürenin meş'al-i tevhîdi sönerdi; 
Kur'ân duramaz, nezd-i İlâhî'ye dönerdi. 29 

Görenek-Uyanıklık-Ümit 
Akif, 1900'lü yıllarda halkın genel temayüllerini tahlil ederken, onların hâlâ göreneklere bağlı kalmayı düşündüklerini, Batı'nın tüm fikir ve yeniliklerini düşman saydıklarını, hattâ kendi bünyelerinden çıkabilecek yerli ve haklı yenilikleri dahi reddettiklerini belirtir.30 Göreneğe, özellikle: "biz bunu atalarımızdan böyle gördük" düşüncesine karşı çıkar. Ona göre bütün âlem-i İslâm bu derde düşmüştür. Uzak-Batı'daki bir müslümanla Uzak-Doğudaki bir müslüman bir araya getirilse hepsinin ruhlarından titrek bir sesle: "Böyle gördük dedemizden" sözü duyulacaktır. Bu tür düşünüş, dinen yanlış sayıldığı hâlde bu kadar geniş dindar bir kitlenin bu yanlı tavrından dolayı da oldukça şaşırdığını belirtmektedir.31 Ancak hemen belirtmeliyiz ki Akif, geçmişin silinip süpürülmesini, bir çırpıda yok sayılmasını istiyor da değildir. Hattâ o, meşhur müfessir Fahruddin Razi için yazmış olduğu bir şiirinde, geçmişteki başarıları küçük görmeyip, onları takdir etmemiz gerektiğini belirtir ve hemen arkasından da şöyle der: 

Ben demem eldeki âsâr ile kaani olalım, 
Müteceddidlere, sa'y ehline mani olalım! 
Gayret erbâbını hürmetle telâkkî ederiz 
Ne demek? Çünkü biz onlarla terakki ederiz.32 

Daha 1912'li yıllarda sanki ülkenin istilâ edileceğini, büyük kan akacağını, askerlerin silâhtan arındırılıp ordunun terhis edileceğini görmüş gibidir. Eğer ülkenin maneviyatı düzelmezse, düşmanların rahat rahat gelip bu mukaddes yurdu çiğneyeceğini belirttikten sonra: 

Ey cemaat, uyanın! Yoksa hemen gün batacak. 
Uyanın, korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak!33 der. 

Zamanında cereyan eden sızlatıcı hâdiseler karşısında insanlığın perişaniyetini kalbinin en derin köşelerinde hissetmiş ve bu şiirleri yazmak zorunda kalmıştı. Bu şiirlerin yazılabilmesi, yarayı kalpte hissedebilmeye bağlıdır. Kanaatimizce, günümüz dünyasının karmaşasını Akif kadar gönlünde hissedebilenler de hemen hemen aynı mısraları terennüm edeceklerdir. Dolayısıyla onun, hem ümitsiz hem de bazı mısraları itibariyle Allah'a isyankâr olduğunu düşünmek hata olsa gerektir. Çünkü, yarayı ve acısını bu derecede hissetmesine karşın, akidesini bozacak ye'se hiçbir zaman düşmemiştir. Şöyle diyor: 

Ye'sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen 
Hüsrâna düşersin, çıkmazsın ebediyyen.34 

Ona göre, Allah'a inanma ile ümitsizlik bir kalpte yerleşemez. Öyleyse boynu bükük ve ümitsiz olmamak gerekmektedir. İnsan, kendi için hedefine ulaşmazsa dahi, gelecek nesilleri düşünerek, onlara merhameten ümitsizliği üzerinden atmalıdır.35 Çünkü, ümitsiz bir insanın faaliyette bulunması çok zordur. 

Son olarak, merhum Akif'in birkaç noktadaki görüşleri ile makalemizi tamamlamak istiyoruz. 

Akif, mevlidi ve güzel sesli mevlithanları tasvib etmektedir. Daha önceleri neşri yapılmamış "Said Paşa İmamı" adlı şiirinde (Hilvan, 15 Haziran 1931) bu tür hislerini dile getirir.36 "Bir Gece" adlı o muhteşem şiirinde de: 

Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi. 
Medyûndur o masum'a bütün bir beşeriyyet...37 
diyerek topyekün insanlığın Hz. Peygamber'e mânen borçlu olduğunu belirtir. Yine, onun "Hasbihâl" adlı şiiri de Peygamber Efendimiz için yazılmış bir na'ttır. O'na karşı duyulan sevgi ve hasreti ifade etmek üzere nazm edilmiştir. 

Akif'in makalelerinden anlayabildiğimiz kadarıyla o, tasavvufa da oldukça sıcak bakmaktadır. Hattâ, tasavvufu tenkit edenlerle uzun münakaşalara girmiş olduğu görülmektedir. Buna paralel olarak Mevlana, İbn Arabi vb meşhur mutasavvıflardan da "hayranlık"la bahsetmektedir.38 Ancak esefle belirtmek gerekir ki, bazı araştırmacılar "Asım" şiirindeki: "Türklere tasavvuf diye sürdüler olgun şırayı" cümlesine bakarak Akif'in tasavvuf karşıtı olduğunu belirtmektedirler. Halbuki söz konusu cümle, bu şiirdeki dört zattan biri olan "Köse İmam"a aittir. 

Burada bir noktayı daha beyan etmeden geçemeyeceğiz. Yine bazı araştırmacılar, Akif'in "İkinci Ariza"39 adlı şiirindeki 

Yetmez gibi vâiz kesilip ettiği kem küm, 
İster edebiyata kadar, bulsa, tahakküm. 
mısralarına bakıp, onun vaizleri tenkit ettiğini belirtmektedirler. Evet, Akif, bilgisiz vaizleri tenkit etmiştir ama bu mısralar ile değil. Çünkü, bu şiirin tamamı biraz dikkatlice okunduğunda bu şiirde Akif'in kendisini anlattığını görürüz. zaten, mezkur mısraların arkasındaki cümleler bunu açıkça göstermektedir.40 

M. Kazım GÜLÇÜR
Dipnotlar 
Bu araştırmada, tamamen, Hikmet Neşriyat'ça (1. Baskı, İstanbul/1992) yayınlanan "Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmet Akif Külliyatı"ndan faydalanılmıştır. Söz konusu külliyatı İsmail Hakkı Şengülerce yayına hazırlamış ve on cilt olarak tamamlanmıştır. Dipnotlarda ilk rakam cilt, ikinci rakam ise sahife numarasıdır. 1) 2/88, 2) 2/112, 3) 2/348, 4) 3-/58, 5) 3/60, 6) 5/292-294, 7) 5/163, 8) 4/22, 9) 3/174, 10) 3/178-184, 11) 1/44, 12) 1/44, 13) 1/46, 14) 1/238, 15) 3/26, 16) 3/28, 17) 1/10, 18) 2/14-16, 19) 1/306, 20) 1/298, 21) 1/298, 22) 2/28-30, 23) 1/426-428, 24) 3/42, 25) 3/46, 26) 4/258, 27) 2/304, 28) 2/306, 29) 7/62, 30) 2/100, 31) 2/58, 32) 4/292, 33) 2/90, 34) 1/190, 35) 4/54, 36) 4/174, 37) 4/160, 38) 5/179-184, 39) 4/388, 40) 4/390. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..