10 Ocak 2015 Cumartesi

Cenazedeki hafiyeler!

Mehmet Akif’in cenazesine katılan az sayıdaki meşhur sima arasında Yahya Kemal’in de olacağını tahmin edemezdim.
Oysa, Şemsettin Günaltay, Fazıl Ahmet Aykaç ve Tahirül Mevlevi gibi o da Akif’e vefa borcunu ödemek üzere Bayezit Camii’nin avlusuna gelmişti. Burada şaşırtıcı olan bunlar değil. Benim gibi pek çok okur ve elbette edebiyat tarihi için son derece kıymetli bu bilgiyi, bir polis raporundan öğrenmiş olmamız. Yusuf Çağlar dostumuzun ulaştığı ve geçen pazar günü Zaman’da yayımladığı belgeye göre; Akif’in sağlığında peşini bırakmayan polis, cenazesinde de iş başındaydı. Hafiyeler, şairi uğurlamak üzere gelenleri ve cami avlusunda konuşulanları kayda geçirmiş, valiliğe rapor etmişti.

Şu durumda hepimizin, o polislere ve onları cenazeye gönderen ‘irade’ye teşekkür borcumuz var, öyle değil mi! Yoksa Yahya Kemal’in, Akif’in cenazesine katıldığını nereden bilecektik? Böylece, polisin edebiyat tarihinin boşluklarını doldurmak gibi dolaylı bir vazifesi olduğunu da öğreniyoruz. Size şaka gibi gelebilir ama tarihimizin son bir asrında devletin, gazeteci, şair, yazar ve sanatçılara hayli yakınlaştığı, onların bütün mahremiyetine vâkıf olduğu acı bir gerçektir.
Cenazelere sivil polis göndermek devlet geleneğidir bizde. Şair ve sanatçıların 1940-45 arası yaşadığı baskının pek çok trajikomik örneğini anlatan Acılı Kuşak yazarı şair-gazeteci Mehmed Kemal’den öğrendiğimize göre, Cahit Sıtkı’nın, Orhan Veli’nin cenazesinde de polis eksik değildir. “Siviller cenazeye saygıdan değil, fişlenecek yenilerini saptamak için gönderilirdi.” diyor Kemal. ‘Tehlikeli’ fikirlerinden dolayı Mehmet Akif’e dünyayı dar etmelerini anlayabiliyoruz, gurbetteki hasta günlerinde, taze hava almak için çıktığı gezintileri bile elçilikler marifetiyle takip etmelerini de… Hatta cenazesine polis gönderip son vazifesini yapmak için gelenleri tek tek kaydettirmelerini de anlıyoruz ama şu zavallı Orhan Veli’den, Cahit Sıtkı’dan ne istediler ayol, dediğinizi duyar gibiyim.
Hiç, olur mu! Orhan Veli basbayağı tehlikeliydi! Şiir yazıyor,  üstüne üstlük, sakal bırakıp Ankara’nın göbeğinde avare avare dolaşıyordu. Şiir ve sakal, rejimin korkulu rüyasıydı o günlerde. Polis, Orhan Veli’yi adım adım takip ediyor, meyhanede konuştuklarını bile kaydediyordu. Hatta bir keresinde o yokken, kaldığı otel odasına girmiş, kitaplarını, yazılarını karıştırmış, otelciye de gözdağı verip gitmişlerdi. Şair, sırf polisin tacizinden bıktığı için kendini İstanbul’a atmıştı. Cahit Sıtkı’nın da günahı az değildi! Bir ara solculuğa meyletmiş, Türkiye Gençler Derneği’ne üye olmuştu. Üstelik Nazım’ı öven şiirler de yazmış; “En yavuz evlâdı bu memleketin / Nâzım ağabey hapislerde çürür.” gibi dizeler söylemişti. Yetmez miydi!
Bizim devletin en korktuğu şey, ‘yazı’dır, yazı derken şiir de dahil. Padişahı korkar, İttihatçısı korkar, Halk Partilisi korkar, DP’lisi korkar, darbecisi korkar, siyasal İslamcısı korkar. Bu yüzden iktidarlar her devirde yazarları, gazetecileri ve sanatçıları en çok da şairleri tehlikeli bellemiştir. DP 1950’de iktidara geldiğinde önceki dönemde polisin şair, yazar ve aydınlar hakkında tuttuğu dosyaları açıklamış, bunun kötü bir uygulama olduğunu, kendi dönemlerinde böyle işlerin yapılmayacağını söylemiş fakat birkaç sene geçmeden aynısını yapmaya başlamıştır. 1950-60 arası az zulüm görmemiştir şairler, sakıncalı görülenlere pasaport bile verilmemiştir.
Mehmed Kemal diyor ki, “İddia ediyorum, gizli polis arşivlerinde, bizim kuşağın sivrilmeye başladığı yıllardan kalma ne kadar dosya varsa, hepsi şiire bulaşanlara aittir, aklı başında biri bunu incelesin, beni haklı çıkaracaktır. Şiir, bu kadar korkulan bir işin adıydı.”
Bugünküler de en çok yazardan, sanatçıdan, gazeteciden korkuyorlar. Ha bire fişliyor, dinliyor, işten attırıyorlar. Cümle âlemi alenî dinletip, ortaya çıkınca başkasının kucağına atıveriyorlar. Peki, kimleri nerede, nasıl izliyor ve kayda geçiriyorlar? Eh, hemen çıkmaz tabii. Ömrümüz yeterse öğreniriz bir gün. Bize nasip olmazsa edebiyat tarihine geçer ki, büyük kârdır! Anlayacağınız, ‘acılı kuşak’ bitmez bu ülkede. Değişen, acının sosu ve onu tadanlardır. Ama sonra bir şey olur. Ne o cami avlularındaki, meyhanelerdeki polisleri hatırlar kimse, ne de onların kudretli nâzırını!
Mehmed Kemal, Sabahattin Ali ve Orhan Veli bir gün Kumkapı taraflarında, denize yakın küçük bir mekânda oturmuş, konuşuyorlardır. Orhan Veli, bugün de herkesin kulağına küpe olacak şu cümleleri söyler: “Bizim düşündüklerimiz ve yaptıklarımız, şu gördüğün deniz gibidir. Denizi nasıl evlerle, surlarla görünmez ediyorlarsa, nasıl evler, surlar zamanla yıkılıyor, deniz görünüyorsa, bizim yaptıklarımızı da istedikleri kadar bizi sıkıştırsınlar, örtemeyeceklerdir. Yaptıklarımız, kapamak isteyenler yıkıldıktan sonra deniz gibi ortaya çıkacaktır. Ancak biz yaptıklarımızı iyi yapalım, ortaya çıktığı zaman gelecek kuşaklar, eziyete değmiş, desinler. İyi yaptıksa, bize eziyet edenler unutulacak, yaptıklarımız deniz gibi, denizin mavisi gibi sevilecektir.”
İşte bunun içindir şiirden, yazıdan ve sanattan korkuları.

Ali Çolak-Zaman Gazetesi-10.01.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..