28 Şubat 2011 Pazartesi

CEMİL MERİÇ'İ ANLAMAK


Cumhuriyet sonrası Türk düşünce ve edebiyat hayatı açısından önemli köşe taşları vardır. İdeolojisi ne olursa olsun, bu insanları okumayan herhangi bir kişi, entelektüel olamaz; hatta donanımlı bir akademisyen bile olamaz. Çünkü bu coğrafyanın kültürel birikimi bu insanlarda kristalize olmaktadır ve dolayısıyla onlar anlaşılmadan Anadolu’nun zaman ve mekân tasavvuru geliştirilemez. Bu isimlerden biri de Cemil Meriç’tir.


Sezai Karakoç, “Batı Şiirlerinden Çeviriler” isimli eserinde, “Bizim işimiz bir kibrit çakmak; dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” (s. 9) demektedir.


Meriç’in, insanı ve dünyayı aydınlatacak meşaleyi tutuşturmak için ıstırap içerisinde yaşadığını söylemeliyiz. Ancak insanı ve dünyayı aydınlatmaya çalışırken, kâinatı da aydınlatabilmiş midir diye de sormalıyız.


Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş yılları Anadolu için en kırılgan bir zaman dilimidir ve bu kırılganlığın dalgaları günümüze kadar da gelmektedir. Bildiğiniz gibi Osmanlı bir dünya devleti idi. Dolayısıyla böyle bir devletin boyutlarının derinliğini en çok düşünürler hissedebiliyordu. Bir yanda Osmanlı’nın tarihi misyonu ve gerçekliği, diğer yanda Cumhuriyet’in idealleri vardı… Aydınlarımız bu ikilemi sürekli yaşamışlardır. Ayrıca ikilem bu coğrafya ile sınırlı değil, aynı zamanda Doğu-Batı ve Ortadoğu İslâm Dünyası arasında da devam etmekteydi.

Mehmet Ali Kılıçbay’ın fikir çevresi tarafından yayınlanan Doğu Batı Dergisi’nin Mayıs-Temmuz 2000 tarihli 11. sayısının kapağında Türk düşünce serüveninin “Âraftakiler”den oluştuğu vurgulanmıştı. Kimdir bunlar?
Başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, Hasan Âli Yücel, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Erol Güngör gibi kişilerdi. Ben Yahya Kemal’i de bu listeye eklemek isterim.
Cemil Meriç, üç tip insandan bahseder: Hayvan insan, dramatik insan, ideal insan. İşte dramatik insan, ârafta kalan insandır; ilahiyat terimiyle söylersek havas olan insandır. İnsan zihnin idrakiyle bir noktaya kadar yükselir, ama aşması gereken bir eşiği aşamazsa geriye doğru da gidemeyeceğinden dramatikleşmeye başlar. Dramatik insan ancak kalbin idrakini devreye sokabilirse işte o zaman büyük bir sıçrama yapabilir ve kalbin aşk enerjisiyle dünya ötesi kâinat içerisinde sonsuzluğa ulaşabilir.

Yukarıda saydığımız isimlerden Nurettin Topçu bu sıçramayı yapabilmiştir. Nasıl? Abdülaziz Bekkine’yi bularak… Çünkü kalbin anahtarının sahibini bulmak lazımdır. Necip Fazıl ârafta kabul edilmez ama o da Abdülhakim Arvasi’yi bulduktan sonra istikrara ve dinginliğe kavuşmuştur. Cemil Meriç de bu anlamda arayış içerisinde olmuştur; Mevlâna Hazretleri ve Bediüzzaman Said Nursî’den övgüyle bahsetmiştir, Kenan Rifâî’nin aşk perspektifinden etkilendiğini günlüğüne yansıtmıştır, ama bildiğimiz kadarıyla maalesef ya bulamamış veya bağlanamamıştır. Çok çok daha güçlü projeksiyonları olan bir Cemil Meriç ile karşı karşıya kalabilirdik.

Meriç’in perspektifi daha çok ontolojiktir, varoluşsaldır. Varlığı idrak etmek istemektedir ve var olanları uyarmaktadır. Ama kozmolojik ve kısmen de epistemolojik zeminin zayıflığı onun çilesini artırmıştır.
Düşünürler, edebiyatçılar, irfan sahibi insanlar, insan için üç temel önermeyi vurgularlar:

1) İnsan bir yolcudur.
2)İçimizdeki asil insanlarda çilekeşliğin bir sonucu olarak saflık ve iç mükemmeliyeti ihtiyacı ve buna bağlı olarak kendi öz ahlâkî güzelliğin dinmez susayışı vardır.
3) İnsan her zaman âşıktır.

Doğu, Batı veya İslam klasikleri olsun, hemen hemen bütün klasik eserlerde bu üç temayı görebiliriz. Mesela Dante’nin İlahi Komedya’sının bu üç tema etrafında geliştiğini söyleyebilirim.
Cemil Meriç’te insan yolcudur; mükemmeliyeti arar; “idealar âlemindeki kadın” dediği Lamia Hanım’a âşıktır ama ona göre insan her zaman âşık değildir.

Meriç’in dramatik yönüne biraz da psikoloji penceresinden bakmak isterim:
Balkan Savaşları sırasında anne ve babası Dimetoka’dan Hatay’ın Reyhanlı bölgesine göç ediyorlar. Bu göç psikolojisi anne ve babasında psikolojik hasarlara neden oluyor ve bu etki Meriç’e olumsuz bir miras olarak kalıyor. Meriç, babasında şizofrenik belirtilerden bahseder. Annesi ise yaşadığı yıkıcı göçlerin etkisiyle kocasına ve oğluna karşı sevgisiz ve ilgisiz kalmıştır. Böylece göç travması nedeniyle genetik hasar ve hasta anne faktörüyle çevresel hasar ile karşı karşıyadır Meriç. Eğer anne yetersiz ise, sevgi yatırımı sonuçsuz kalır ve çocuğun kendine verdiği değerde de bir azalma yaşanır. Bu azalma Meriç’in patolojik narsizminin bir nedenidir. (Murat Beyazyüz’ün “C. Meriç’in Psikolojisi” isimli eser incelenebilir.)

Meriç kendisi için cesaretle şöyle der: “Yaralandım, yaralandım, yaralandım. Ben ezeli bir mağdurum. Başka bir ülkede doğmalıydım. Başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. Anlaşılmadım, Anlaşılmadım, Anlaşılmadım. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı.” (Jurnal, II/289) Başka bir yerde de, “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisidir, sürekli ezilmiştir, horlanmıştır, aslında büyük bir teorisyen olacaktır; ama buna izin verilmemiştir.” Meriç’in bu sözleri doğruluk payı taşımaktadır; eziyetli bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiştir ve gerçekten büyük bir yetenek olduğu halde fırsat yoksulu yaşamı olmuştur.

Cemil Meriç’i önemli kılan unsurlar nelerdir? Türk Düşüncesi’nde niçin önemlidir veya niçin zaman geçtikçe daha çok okunmaktadır?
Bu soruların cevabını kendisinin şu sözünde bulabiliriz:
“Heykel kadar kuvvetli, Eyüp kadar sabırlıyım.”
Kuvvetli ve sabırlı olması dolayısıyla Meriç, düşüncesinde son derece dürüst ve cesurdur. Samimiyetini nereden anlayabiliriz: Jurnal’inde kendisini jurnallemesinden…

Çok renkli düşüncesinin bir prizmadan geçebilmesini arzulamıştır. Bu arzusu yeterince gerçekleşememiş olsa da Meriç, Türk düşünce hayatımızın gökkuşağıdır.

Meriç’i tanıyabilmek için tavırlarını bazı isimlerle karşılaştırabiliriz: “Üslubuyla Sinan Paşa, tecessüsü ile Ahmed Mithat, ıstırabıyla Ahmet Haşim ve Peyami Safa, inanmışlığıyla Mehmet Akif, mağrur öfkesiyle Necip Fazıl, şüpheciliğiyle Beşir Fuat, tezatlarıyla Abdullah Cevdet, âsiliğiyle Nazım Hikmet, çığlığı ve iradesiyle Bediüzzaman Said Nursi, huzursuzluğu ile Tanpınar, namusluluğuyla Kemal Tahir, zaafları ve hayal kırıklığıyla Celal Sıla’ydı.” (Faruk Deniz, Anlayış, sy. 50, s. 83)

Meriç, Batı’nın dışa dönük şiddet yüklü aktif pratiklerine karşın, Doğu’nun içe dönük pasif pratiklerini tercih etmektedir. Doğu edebiyatıyla da bunun için ilgilenmiştir. Doğudan kalkıp batıya giden, tekrar doğuya dönebilen, kültürden irfana seyreden, uygarlıktan umrana dönebilen Meriç, Türk düşünce tarihinin önemli bir köşe taşıdır. O hakikat arayışını Mezopotamya Bölgesi olarak İslâm Medeniyeti’nde sürdürmüştür.
Doğu fikrinin de etkisiyle, münzevi bir insan, kalp ve vicdan adamıydı. Ve önemli bir özelliği de, cesaretle yalın olmaya çalışmasıydı.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Devam ederken değişmeyi, Değişirken devam etmeyi bilmeliyiz” ifadesini en doğru yaşayan kişiydi Meriç. Bundan dolayı da, Muhammed İkbâl’in “Ölüm güç, lakin hayat daha güç” dediği gibi, onun hayatı çileli olmuştur.
Meriç’in medeniyet perspektifi hakkında şunları söyleyebiliriz:
Cemil Meriç, şehirli asil bir insandı; dolayısıyla hayatında sürekli medeniyet zemini arayışı olmuştur. O medeniyetin temelinin dine dayandığını vurgulamış ve bundan dolayı da kendisini İslâm Medeniyeti’ne ait saymıştır.

Bu hassasiyetinden hareketle çağdaşları olan aydınlar için, “Bizim aydınımız din düşmanı değil, İslam düşmanı.” demiştir. Ve yine onun ifadesine göre, “Gerçek bir insan olmak, gerçek bir Müslüman olmaktır.”
Onda “İslam; Sinan’da kubbe, Baki’de şiir, Itri’de beste olarak görülmüştür.” Ben bu bakış açısının Yahya Kemal’le paralel olduğunu düşünüyorum. Bugün de bu bakışı belirli ölçülerde Hilmi Yavuz’da görebiliriz.

Meriç, romanın Batı uygarlığına ait olduğunu söylerken de aynı perspektifini ortaya koyar ve “bizim romanımız Mesnevi’dir” der. Bu bakış açısından hareketle, bazı edebiyat eleştirmenlerinin “Türk romanının gelişmesini biraz da Cemil Meriç öldürdü.” yargısına katılmak mümkün değildir.
Cemil Meriç’in “Batı’nın kırıntıları ile adam oldu” tanımlamasıyla Ziya Gökalp eleştirisi bile, kendi medeniyet perspektifinden dolayıdır.
Meriç, medeniyetin sadece bir unsuru ile uğraşırsak bu unsurun zamanla marjinalleşeceğini söyler. Oysa medeniyetimizi tüm unsurları ile savunmalıyız. Bu görüşünden hareketle, Edward Said’den daha şiddetli vurguyla, oryantalizmin “sömürgeciliğin keşif kolu” olduğunu söyler ve oryantalistlere karşı kültür ve medeniyet kalkanını kuşanır.

Kızı Ümit Meriç’in ifadesiyle Meriç, “İlim Çin’de de olsa arayınız” emrine uyan, Fransız düşüncesinden Hint Felsefesine, Rus romanından İran şiirine kadar dolaşmış,  kendi ülkesinin irfanında karar kılmıştır. Yine Ümit Meriç’e göre Cemil Meriç, az gelişmişlik yaftasını Osmanlı’nın göğsüne yapıştıran Avrupa’ya ciddi bir isyandır.
Murat Belge’nin Türkiye’de tornadan çıkmayı reddeden bir kişi olarak nitelediği Cemil Meriç inancıyla, duygularıyla, hatalarıyla, sevaplarıyla bir insandır. “İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bileceğim.”diyen düşünürün vefat öncesi koridorda yankılanan son sözleri, “Allah, Allah, Allahve Muhammed sevgilimdir” olmuştur.
Yazımı, Jurnal’de yer alan “Yapraklar” başlığından bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve sevgi.

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yanı aydınların.
Amacım: Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini… Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. Sanatla düşünceyi kaynaştıran İsrafil’in suru kadar heybetli bir dil.
Türk İslam Medeniyeti ahlaka, feragate dayanan bir medeniyettir. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecdle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi.
Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.”

Ahmet ALBAYRAK (www.ayvakti.com sitesinden alınmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..