Cumhuriyet sonrası Türk düşünce ve edebiyat hayatı
açısından önemli köşe taşları vardır. İdeolojisi ne olursa olsun, bu insanları
okumayan herhangi bir kişi, entelektüel olamaz; hatta donanımlı bir akademisyen
bile olamaz. Çünkü bu coğrafyanın kültürel birikimi bu insanlarda kristalize
olmaktadır ve dolayısıyla onlar anlaşılmadan Anadolu’nun zaman ve mekân
tasavvuru geliştirilemez. Bu isimlerden biri de Cemil Meriç’tir.
Sezai Karakoç, “Batı Şiirlerinden Çeviriler” isimli eserinde, “Bizim işimiz bir kibrit çakmak; dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” (s. 9) demektedir.
Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in
kuruluş yılları Anadolu için en kırılgan bir zaman dilimidir ve bu
kırılganlığın dalgaları günümüze kadar da gelmektedir. Bildiğiniz gibi Osmanlı
bir dünya devleti idi. Dolayısıyla böyle bir devletin boyutlarının derinliğini
en çok düşünürler hissedebiliyordu. Bir yanda Osmanlı’nın tarihi misyonu ve
gerçekliği, diğer yanda Cumhuriyet’in idealleri vardı… Aydınlarımız bu ikilemi
sürekli yaşamışlardır. Ayrıca ikilem bu coğrafya ile sınırlı değil, aynı
zamanda Doğu-Batı ve Ortadoğu İslâm Dünyası arasında da devam etmekteydi.
Mehmet Ali Kılıçbay’ın fikir
çevresi tarafından yayınlanan Doğu Batı Dergisi’nin Mayıs-Temmuz 2000 tarihli
11. sayısının kapağında Türk düşünce serüveninin “Âraftakiler”den oluştuğu
vurgulanmıştı. Kimdir bunlar?
Başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal
Tahir, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, Hasan Âli Yücel, Peyami Safa,
Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Erol Güngör gibi kişilerdi. Ben Yahya
Kemal’i de bu listeye eklemek isterim.
Cemil Meriç, üç tip insandan
bahseder: Hayvan insan, dramatik insan, ideal insan. İşte dramatik insan,
ârafta kalan insandır; ilahiyat terimiyle söylersek havas olan insandır. İnsan
zihnin idrakiyle bir noktaya kadar yükselir, ama aşması gereken bir eşiği
aşamazsa geriye doğru da gidemeyeceğinden dramatikleşmeye başlar. Dramatik
insan ancak kalbin idrakini devreye sokabilirse işte o zaman büyük bir sıçrama
yapabilir ve kalbin aşk enerjisiyle dünya ötesi kâinat içerisinde sonsuzluğa
ulaşabilir.
Yukarıda saydığımız isimlerden
Nurettin Topçu bu sıçramayı yapabilmiştir. Nasıl? Abdülaziz Bekkine’yi bularak…
Çünkü kalbin anahtarının sahibini bulmak lazımdır. Necip Fazıl ârafta kabul
edilmez ama o da Abdülhakim Arvasi’yi bulduktan sonra istikrara ve dinginliğe
kavuşmuştur. Cemil Meriç de bu anlamda arayış içerisinde olmuştur; Mevlâna
Hazretleri ve Bediüzzaman Said Nursî’den övgüyle bahsetmiştir, Kenan Rifâî’nin
aşk perspektifinden etkilendiğini günlüğüne yansıtmıştır, ama bildiğimiz
kadarıyla maalesef ya bulamamış veya bağlanamamıştır. Çok çok daha güçlü
projeksiyonları olan bir Cemil Meriç ile karşı karşıya kalabilirdik.
Meriç’in perspektifi daha çok
ontolojiktir, varoluşsaldır. Varlığı idrak etmek istemektedir ve var olanları
uyarmaktadır. Ama kozmolojik ve kısmen de epistemolojik zeminin zayıflığı onun
çilesini artırmıştır.
Düşünürler, edebiyatçılar, irfan
sahibi insanlar, insan için üç temel önermeyi vurgularlar:
1) İnsan bir yolcudur.
2)İçimizdeki asil insanlarda
çilekeşliğin bir sonucu olarak saflık ve iç mükemmeliyeti ihtiyacı ve buna
bağlı olarak kendi öz ahlâkî güzelliğin dinmez susayışı vardır.
3) İnsan her zaman âşıktır.
Doğu, Batı veya İslam klasikleri olsun,
hemen hemen bütün klasik eserlerde bu üç temayı görebiliriz. Mesela Dante’nin
İlahi Komedya’sının bu üç tema etrafında geliştiğini söyleyebilirim.
Cemil Meriç’te insan yolcudur;
mükemmeliyeti arar; “idealar âlemindeki kadın” dediği Lamia Hanım’a âşıktır ama
ona göre insan her zaman âşık değildir.
Meriç’in dramatik yönüne biraz da
psikoloji penceresinden bakmak isterim:
Balkan Savaşları sırasında anne ve
babası Dimetoka’dan Hatay’ın Reyhanlı bölgesine göç ediyorlar. Bu göç
psikolojisi anne ve babasında psikolojik hasarlara neden oluyor ve bu etki
Meriç’e olumsuz bir miras olarak kalıyor. Meriç, babasında şizofrenik
belirtilerden bahseder. Annesi ise yaşadığı yıkıcı göçlerin etkisiyle kocasına
ve oğluna karşı sevgisiz ve ilgisiz kalmıştır. Böylece göç travması nedeniyle
genetik hasar ve hasta anne faktörüyle çevresel hasar ile karşı karşıyadır
Meriç. Eğer anne yetersiz ise, sevgi yatırımı sonuçsuz kalır ve çocuğun kendine
verdiği değerde de bir azalma yaşanır. Bu azalma Meriç’in patolojik narsizminin
bir nedenidir. (Murat Beyazyüz’ün “C. Meriç’in Psikolojisi” isimli eser
incelenebilir.)
Meriç kendisi için cesaretle şöyle
der: “Yaralandım, yaralandım, yaralandım. Ben ezeli bir mağdurum. Başka bir
ülkede doğmalıydım. Başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç
doğmamalıydım. Anlaşılmadım, Anlaşılmadım, Anlaşılmadım. Hiçbir kavgam zaferle
taçlanmadı.” (Jurnal, II/289) Başka bir yerde de, “Hayatını Türk irfanına
adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisidir, sürekli ezilmiştir,
horlanmıştır, aslında büyük bir teorisyen olacaktır; ama buna izin
verilmemiştir.” Meriç’in bu sözleri doğruluk payı taşımaktadır; eziyetli bir
çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiştir ve gerçekten büyük bir yetenek
olduğu halde fırsat yoksulu yaşamı olmuştur.
Cemil Meriç’i önemli kılan unsurlar
nelerdir? Türk Düşüncesi’nde niçin önemlidir veya niçin zaman geçtikçe daha çok
okunmaktadır?
Bu soruların cevabını kendisinin şu
sözünde bulabiliriz:
“Heykel kadar kuvvetli, Eyüp kadar
sabırlıyım.”
Kuvvetli ve sabırlı olması dolayısıyla
Meriç, düşüncesinde son derece dürüst ve cesurdur. Samimiyetini nereden
anlayabiliriz: Jurnal’inde kendisini jurnallemesinden…
Çok renkli düşüncesinin bir
prizmadan geçebilmesini arzulamıştır. Bu arzusu yeterince gerçekleşememiş olsa
da Meriç, Türk düşünce hayatımızın gökkuşağıdır.
Meriç’i tanıyabilmek için
tavırlarını bazı isimlerle karşılaştırabiliriz: “Üslubuyla Sinan Paşa,
tecessüsü ile Ahmed Mithat, ıstırabıyla Ahmet Haşim ve Peyami Safa,
inanmışlığıyla Mehmet Akif, mağrur öfkesiyle Necip Fazıl, şüpheciliğiyle Beşir
Fuat, tezatlarıyla Abdullah Cevdet, âsiliğiyle Nazım Hikmet, çığlığı ve
iradesiyle Bediüzzaman Said Nursi, huzursuzluğu ile Tanpınar, namusluluğuyla
Kemal Tahir, zaafları ve hayal kırıklığıyla Celal Sıla’ydı.” (Faruk Deniz,
Anlayış, sy. 50, s. 83)
Meriç, Batı’nın dışa dönük şiddet
yüklü aktif pratiklerine karşın, Doğu’nun içe dönük pasif pratiklerini tercih
etmektedir. Doğu edebiyatıyla da bunun için ilgilenmiştir. Doğudan kalkıp
batıya giden, tekrar doğuya dönebilen, kültürden irfana seyreden, uygarlıktan
umrana dönebilen Meriç, Türk düşünce tarihinin önemli bir köşe taşıdır. O
hakikat arayışını Mezopotamya Bölgesi olarak İslâm Medeniyeti’nde sürdürmüştür.
Doğu fikrinin de etkisiyle, münzevi
bir insan, kalp ve vicdan adamıydı. Ve önemli bir özelliği de, cesaretle yalın
olmaya çalışmasıydı.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Devam
ederken değişmeyi, Değişirken devam etmeyi bilmeliyiz” ifadesini en doğru
yaşayan kişiydi Meriç. Bundan dolayı da, Muhammed İkbâl’in “Ölüm güç, lakin
hayat daha güç” dediği gibi, onun hayatı çileli olmuştur.
Meriç’in medeniyet perspektifi
hakkında şunları söyleyebiliriz:
Cemil Meriç, şehirli asil bir
insandı; dolayısıyla hayatında sürekli medeniyet zemini arayışı olmuştur. O
medeniyetin temelinin dine dayandığını vurgulamış ve bundan dolayı da kendisini
İslâm Medeniyeti’ne ait saymıştır.
Bu hassasiyetinden hareketle
çağdaşları olan aydınlar için, “Bizim aydınımız din düşmanı değil, İslam
düşmanı.” demiştir. Ve yine onun ifadesine göre, “Gerçek bir insan olmak, gerçek
bir Müslüman olmaktır.”
Onda “İslam; Sinan’da kubbe,
Baki’de şiir, Itri’de beste olarak görülmüştür.” Ben bu bakış açısının Yahya
Kemal’le paralel olduğunu düşünüyorum. Bugün de bu bakışı belirli ölçülerde
Hilmi Yavuz’da görebiliriz.
Meriç, romanın Batı uygarlığına ait
olduğunu söylerken de aynı perspektifini ortaya koyar ve “bizim romanımız
Mesnevi’dir” der. Bu bakış açısından hareketle, bazı edebiyat eleştirmenlerinin
“Türk romanının gelişmesini biraz da Cemil Meriç öldürdü.” yargısına katılmak
mümkün değildir.
Cemil Meriç’in “Batı’nın
kırıntıları ile adam oldu” tanımlamasıyla Ziya Gökalp eleştirisi bile, kendi
medeniyet perspektifinden dolayıdır.
Meriç, medeniyetin sadece bir
unsuru ile uğraşırsak bu unsurun zamanla marjinalleşeceğini söyler. Oysa medeniyetimizi
tüm unsurları ile savunmalıyız. Bu görüşünden hareketle, Edward Said’den daha
şiddetli vurguyla, oryantalizmin “sömürgeciliğin keşif kolu” olduğunu söyler ve
oryantalistlere karşı kültür ve medeniyet kalkanını kuşanır.
Kızı Ümit Meriç’in ifadesiyle
Meriç, “İlim Çin’de de olsa arayınız” emrine uyan, Fransız düşüncesinden Hint
Felsefesine, Rus romanından İran şiirine kadar dolaşmış, kendi ülkesinin
irfanında karar kılmıştır. Yine Ümit Meriç’e göre Cemil Meriç, az gelişmişlik
yaftasını Osmanlı’nın göğsüne yapıştıran Avrupa’ya ciddi bir isyandır.
Murat Belge’nin Türkiye’de tornadan
çıkmayı reddeden bir kişi olarak nitelediği Cemil Meriç inancıyla,
duygularıyla, hatalarıyla, sevaplarıyla bir insandır. “İnanıp inanmadığımı
bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp
inanmadığımın cevabını mahşer günü bileceğim.”�diyen düşünürün vefat öncesi koridorda yankılanan son sözleri, “Allah,
Allah, Allah�ve Muhammed sevgilimdir” olmuştur.
Yazımı, Jurnal’de yer alan
“Yapraklar” başlığından bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim,
bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak,
yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları
yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak
köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce
mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve
sevgi.
Hafızasını kaybeden bu zavallı
nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yanı aydınların.
Amacım: Yazarı okuyucudan ayıran
bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin
sesini… Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir
alev mızrak gibi saplansın. Sanatla düşünceyi kaynaştıran İsrafil’in suru kadar
heybetli bir dil.
Türk İslam Medeniyeti ahlaka,
feragate dayanan bir medeniyettir. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da,
felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak
istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecdle
eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış.
Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi.
Düşünenin görevi insanından kopan,
tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan,
usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.”
Ahmet ALBAYRAK (www.ayvakti.com
sitesinden alınmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..