26 Ocak 2011 Çarşamba

Kore Savaşı (Kunuri Muharebesi)

Bir Türk Komutanının Anlattıkları
 “ Sunchon, Kunuri’ye en az 50 km . dir. Buraya kadar yaya olarak yürümek, bunca yorgunluk, beş gecedir devamlı uykusuzluk ve her türlü mahrumiyetlerden sonra ancak iki günde mümkün olabilirdi. Hâlbuki düşmanın bu iki gün içinde Kunuri- Sunchon yolunu kesmek için çok üstün kuvvetlerle giriştiği çevirme hareketinin gayesine ulaşması muhakkaktı.
Yegâne kurtuluş çaresi, süratle geriye gitmek için hareket emrini bekleyen ve mevcudu yüzden fazla olan Amerikan motorlu vasıtalarına beşer onar binip biran önce Sunchon’a çekilmek ve orada tekrar toplanmaktı. Vasıtalardan istifade arzumuzu silah arkadaşlarımıza hissettirdiğimiz zaman hiç de sevimli olmayan bir tavırla bize, yaya olarak takip etmemizi icap eden yol istikametini gösterdiler ve ancak yaralılarımızı taşıyabileceklerini söylediler.

Bize karşı gösterilen bu gayri dostane harekete sebep ne idi? Çekilmenin bezgin, pasif ve ürkek haleti hâkim… Böyle bir zamanda grup grup gelen Türklerin kaç gündür ne yaptıkları, neler başardıkları, parça parça geliş sebepleri onlarca tamamen meçhuldü. Lisan bilmediğimizden cephe kaçkını ve bozguncu artığı olmadığımızı anlatmak mümkün olmuyordu… Daha üst makamlara müracaat ederek, motorlu vasıtalara binmek müsaadesini almak belki kabil olurdu, fakat artık onlara ihtiyaç duymayı bir izzetinefis meselesi telakki etmiştik.

O anda 2. Tümen karargâhının gerisinde cereyan eden yolun kesilme hadise ve vahametinden Bölük Komutanı ile benim de haberimiz olmadığı gibi Kunuri güneyinde ki sırtlarda emir bekleyen Amerikan alayları da bihaber idiler.

Muhtelif birliklerden topladığımız 400 kadar mevcutla yolun kenarında meyus ve mukadder, ne yapacağımızı düşünüp her şeye rağmen yaya olarak Sunchon’a hareket kararı verildi. Bu kararın icapları içinde iki gün hiçbir taraftan iaşe edilemeyeceğimize göre, açlık, bunca yorgunluktan sonra hedefe varmadan yollarda serilip kalmak, yeni ve ümitsiz muharebelere tutuşmak gibi musibetler mukadder ve bu derece kötü mukadderattan sonra da ölüm muhakkaktı. Fakat o anda iyi denemeyecek bakışlarına hedef olmaktansa, her türlü meşakkate göğüs gererek, en sonunda düşman kurşunuyla ölmek, hepimiz için daha cazip görünüyordu. Umumî bir tasviple bir ağızdan “yürüyelim arkadaşlar yürüyelim” diye yükselen seslerdeki merdane manayı ve Türkün millî izzetinefsi mevzuu bahis olunca, apaçık tehlikeleri dahi küçümseyen ruh asaletinin o günkü hatırası benim için bütün Kore muharebelerinin en heyecanlısıdır.

Kafilemiz Kunuri’den hareket ettikten sonra Amerikan tümen karargâhının bulunduğu düzlükten daha ilerde, motorlu vasıta parklarından az uzakta, yeni bir tertip ve düzen için yolun kenarında durdu. Gün ağarmaya başlamıştı. Vaziyet hakkında bilgi edinilir ümidi ile kırk sekiz saat aç erlerimize kumanya bulabilmek maksadıyla bir yüzbaşı arkadaşla tümen karargâhının bulunduğu yere gittik. Büyük bir çadıra girdiğimiz vakit yüksek rütbeli Amerikan subaylarının ortadaki büyük bir masa üzerine serilmiş vaziyet haritası etrafında toplandıklarını gördük… Hiç kimse konuşmuyordu. Masaya yaklaşıp haritaya bakınca, karargâh çadırını saran bu meyus sükûtun sebebini anladım. Harita üzerinde kırmızı oklarla gösterilen düşman taarruz kolları bir ahtapot gibi etrafımızı sarmıştı. En fenası da takip edilecek yolun çok daha gerilerinden kesilmek üzere oluşu idi. Daha geri yol kısmı, şişenin boğazı ve ağzı tıkanmıştı. Vaziyetin vahameti artık hiçbir suretle yardım görmemize imkân olmadığını anlatıyordu.

Dostlarımızın tankları, topları ve belki de biraz sonra binip bu cehennem içinde kendilerini uzaklaştıracak vasıtaları vardı. Biz ise yürüyecektik.

Biraz yürüdükten sonra Amerikan topçularının bulunduğu bir köye gelindi. Burada daha evvel gelebilmiş arkadaşlarla birleşerek mevcudumuz biraz daha arttı. Genç bir levazım subayımızın nereden, nasıl temin ettiğini bilmiyorum, biraz reçel, peynir ve birer dilim ekmekten ibaret ziyafeti, vücudumuza yeni hamleler için kuvvet bahşetti. İki gündür aç olmamıza rağmen açlıktan ölmemek veya hiç olmazsa dermansızlıktan yolda kalmamak için zorla çiğnediğimiz lokmalar boğazımızda düğümleniyordu. Erlerimizi biraz bir şeyler yemeleri için teşvik, hatta icbar ederken onlar da en samimî bir ifade ve muhabbetle “ sen de ye komutanım “ diye adeta yalvarıyorlardı. Vatandan haftalarca uzakta kader birliği etmiş birkaç yüz kardeşinin birbirlerine olan karşılıklı ve samimî mecburiyetleri gönüllere, ekmek ve yemekten ziyade kuvvet, kudret bahşediyordu.

Yorgunduk. Fakat dinlenmek için daha fazla duramazdık. Köyden hemen çıkmış, biraz yürümüştük ki, Amerikalıların yakın emniyeti için postalar sürüldüğünü söyledikleri civar tepelerden yürüyüş kolumuz şiddetli ateş yedi… Yol terk edilerek hendekler ve civardaki müsait araziden faydalanılarak yeni bir karara varmak için etrafı gözetlemeye başladık. Bu esnada biraz evvel terk ettiğimiz köyden topçu ve motorlu vasıtalar da yanımıza yaklaşmış ve durmuşlardı. Bir Amerikalı yarbayın şu teklifi ile karşılaştık: “ Yol ateş altındadır. Karşı tepedeki düşman bir taarruzla atılmazsa hareketimize imkân olmayacaktır. Sizden düşmana taarruz ederek yolu açmanızı istiyoruz.

Amerikalı Yarbayın kararı doğru, fakat teklifi acayipti. İlk nazarda, yolu açın, biz gidelim de, siz ne olursanız olun, demek ister gibi bir mana taşıyan bu teklif aslında haklı idi.

Yüz kadar motorlu vasıta, otuz kadar top ve milyonlar değerinde harp malzemesinin düşman eline geçmesini önlemek için yolu açıp onların geriye gidebilmelerini temin etmek bir vazife borcu idi. Bu vazife yapılırken kamyonlar ve toplar geçmiş ve çok kısa bir yürüyüşten sonra yolun sağ ve solundan tekrar ateşe yakalandık. Önümüzde geçilmesi lâzım gelen diz boyu derinliğinde bir su vardı. Kulaklarımızın dibinden vızlayarak ayaklarımızın önüne düşen mermilerden toprak kaynaşıyordu. Bu ölüm gürültülerine, vakit vakit yaralanan ve şehit olanların hain iniltileri karışıyor, yaralılarımızı omuzlarımızda ve kollarına girerek taşıma mecburiyeti, düşmanın işini kolaylaştırıyordu. Suyu bata çıka geçtik, fakat sırılsıklam olan ayak ve vücutlarımızdan buğular çıkmaya başladı. Az sonra da vücutta hareket kalmayınca ayazdan donan elbiselerimizin içinde düşman kurşunundan gayri donma tehlikesi de belirmişti.

Su dan sonra düzlük gittikçe darlaşarak arazi civar tepelerin hakimiyeti altında bir boğaz halini aldı. Üstümüze her taraftan yağan mermilerden başka bir de tam cephemizden makineli tüfek ateşleriyle karşılaştık. Artık ilerlemeye imkân kalmamıştı. Bu feci durumumuzu gören düşman da teslim olmaktan başka çaremiz bulunmadığına karar vermiş olacak ki tüfekleri atıp ellerimizi kaldırmamızı, yani esir olmamızı işaret ediyorlardı. Bu işaretler bize atılan mermilerden daha fena geldi. O zamana kadar süratle menzil dışına çıkmak ve daha müsait bir durumda mukabele etmek kararımız değişti.

Artk gizlenme, müsait yer arama imkân yoktu. Ayakta, çekerek, nasıl rast gelirse düşmana çevrilen namlularmızdan fırlayan mermiler işaret edenleri yere serdi. Sk‎‏an ateş sesleriyle beraber mermilerin yükseklerden at‎ً‎n gerek düşmanın siperlerine gömüldüğünü anlıyorduk. Yaralılarımızdan yürüyebilenlerden szan kanlarına rağmen son gayretlerini sarf ederek, ağır olanlar da arkadaşlarının yardımıyla yol boyuna getirilerek yatırılıyordu. Bunlar geriden gelebilecek vasıtalara bindirilecekti.

Bütün çaresizliğe ve ümitsizliğe rağmen Allah’tan ümit kesilmiyor. Biz bu ümitsiz mücadelenin son dakikalarına gelmiştik ki, gerimizden motor sesleri duyulmaya başladı. Az sonra her türlü silahlarla mücehhez motorlu vasıtalar yanımızda durdu. Bu kolda tümen karargâhının kurtulan topları ve tankları vardı. Tanklar ateşiyle bize yardıma başladılar. Amerikan piyadeleri dereye inerek mevzilendiler. Yapılan devamlı ateş muharebesiyle düşmanın sinmesinden istifade edilerek vasıtalar ileriye fırladı. Bu sefer bizi de arabalara aldılar. Fakat her yüz, iki yüz metrede bir, kol durmak mecburiyetinde kalınca, yere atlayarak muharebeye tutuşuyor, baskısından sonra tekrar hareket ediyorduk. Bu ilerlemede herhangi bir arıza dolayısıyla yolda durmuş vasıtalar yanlara devriliyor ve yol açılıyordu.

Bu hareketler esnasında yakın mesafelerden yapılan ateşlerle vasıtalar delik deşik olmuştu. Tabi şehit olan ve yaralananlar da pek fazla idi. İçinde bulunduğum bir muhabere otosunda iki Amerikalı ölmüş, bir Amerikalı, iki Türk yaralanmıştı.

Çok derin bir boğaza girdiğimiz vakit, düşmanın havan ve bazuka ateşleriyle durmak mecburiyetinde kaldık. İki tarafımızdaki sarp tepelere mevzilenen düşmanın burada son kozunu oynamağa karar verdiği anlaşılıyordu. Yine vasıtalardan atlayarak sarp yamaçlara doğru saldırıldı. Bu artık son ve en müthiş mücadele idi. Daracık boğaz, top tüfek sesleri, birbirine karışan türlü lisan gürültüleriyle inliyordu. Burada Amerikan subay ve erlerinin de yılmaz bir cesaret ve soğukkanlılıkla mertçe dövüştüklerini gördüm.

Durmaya mecbur kaldığımız yerin etrafı dik yamaçlarla yükseldiğinden, kol içindeki tankların ateşleri pek müessir olamıyordu. Bu duruş, düşman silahları lehine müsait bir durum yaratmıştı. İyice gizlenmiş ve maskelenmiş bazuka ve havanların isabetleri pek müthiş oluyordu. Mesela; bir kamyon üstüne oturan bir havan mermisinin infilâkıyla vasıtanın havaya fırlayan parçaları arasına insan uzuvları da karışıyor, feryat ve iniltiler duyuluyordu. Bulunduğumuz bu mıntıka üzerine yetişen jet uçaklarının pek isabetli ve halâskâr müdahaleleri olmasaydı bu cehennem diyarından hiç birimizin kurtulmasına imkân kalmayacaktı. Beş uçaklı bir filo ile yer arsında irtibat temin edilip ateş gelen yerler uçaklara tarif edildi. Bu uçakların düşman üstüne dalarak roketleri ve makineli tüfekleriyle çok isabetli atışları süratle tesirini göstererek üstümüzdeki keşif ateş baskısından kurtulduk. Düşmanın bu ateş fasılasından istifade edilerek ve yeniden arızalanmış vasıtalar uçuruma yuvarlanarak tekrar harekete geçtik.

Konvoyumuz hava karardıktan sonra Sunchon’ a vardı. Burada toplanacağımız emredildiğinden vasıtalardan inen guruplar metruk bir binanın bahçesinde toplandık. Şehir içerisinde bizden başka kimsenin bulunmadığını araştırmak üzere bir ekip çıkarttım. Konvoy Piyangong’a hareket etti. Ekip döndü, şehirde hiçbir canlı mahlûka rastlamadıklarını söylediler. Beraberce Sunchon’un ıssız ve karanlık sokaklarında yürümeye başladık. Hayattan eser olmayan bu şehir sokaklarındaki sessizlik muharebe meydanının o müthiş gürültülerinden daha korkunç ve ürpertici idi.

Uzaktan gelen ayak sesleri duyduk. Bunlar Koreli iki askerî polisi idi. Onların delâletiyle pencerelerinden ışıklar görülen büyük bir binaya geldik. Bizden iki subaya rastladık. Onlar da toplanma yerini arıyorlarmış. Burası seyyar bir hastane idi. Birkaç Türk arkadaşla daha buluştuk. Bu hastaneye getirilmiş Türk yaralılarının da bulunduğunu söylediler.

Bu hastane büyük çadırlardan ibaret olup hepsi tamamen dolmuştu. İlk tedavileri yapılanlar geriye naklediliyorlardı. Bizden olanları arıyor ve “ Türk var mı? “ diye soruyorduk. Her grup içinden “ ben varım, ben Türküm, buyur komutanım “ diye cevap alıyorduk. Hafif ve ağır olmak üzere birçok yaralılarımıza rastlıyor, onlar da bizi görünce birkaç kelime konuşabilmenin saadeti içinde ızdıraplarını unutuyorlardı.

Biz yaralılarımızla kucaklaşıp konuşurken, hastanenin rahibi mütebessim ve mültefit bir tavırla yanımıza yaklaştı. Onunla görüşürken İngilizce bilen arkadaşımızın yüzünde beliren hayret ve memnuniyet ifadelerinden merakla neticeyi bekliyorduk. Kısa bir konuşmadan sonra, bize bütün çektiklerimizi unutturan müjdeli haberi verdi. Bu haber General Mac Arthur’un “ Türk kuvvetleri 8. Orduyu kurtarmıştır” mealindeki beyanatı ve bütün dünya efkârının bizimle meşgul olduğu idi. Güler yüzlü ve hürmet telkin eden rahip, tekrar tekrar bizi tebrik ediyor, ellerimizi sıkıyor ve Allah’ın lütfü ile bütün arkadaşlarımıza kavuşacağımızı söyleyerek teselli ediyordu. Bu sevinçli haberi yaralılarımıza duyurduk, hepsi ızdırablarının tesellisini bulmuş, yaralarının devasına kavuşmuş gibi, sevinç ve heyecan içinde idiler. Hafızamda ve ruhumda silinmez bir iz bırakan aşağıdaki konuşmayı aynen yazıyorum.

Zafer müjdesini yaralılarımıza verirken sağ ayak kemiği kırılmış bir erimiz sedyesinden doğrulmak isteyerek; “ Yüzbaşım, Moskof da duymuş mu? “ dedi. Tercüman arkadaşımız aynı suali rahibe sorunca aldığımız cevap hepimizi bir kat daha coşturdu. Yaralımıza aynen anlattım “ Moskof radyosu, Amerikalılara, sizi bu sefer Türkler kurtardı “ diyorlarmış.

“ Bizi düşman övdükten sonra akan kanım helâl olsun” dedi”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..