“ Sunchon, Kunuri’ye en az 50
km . dir. Buraya kadar yaya olarak yürümek, bunca yorgunluk, beş gecedir
devamlı uykusuzluk ve her türlü mahrumiyetlerden sonra ancak iki günde mümkün
olabilirdi. Hâlbuki düşmanın bu iki gün içinde Kunuri- Sunchon yolunu kesmek
için çok üstün kuvvetlerle giriştiği çevirme hareketinin gayesine ulaşması
muhakkaktı.
Yegâne
kurtuluş çaresi, süratle geriye gitmek için hareket emrini bekleyen ve mevcudu
yüzden fazla olan Amerikan motorlu vasıtalarına beşer onar binip biran önce
Sunchon’a çekilmek ve orada tekrar toplanmaktı. Vasıtalardan istifade arzumuzu
silah arkadaşlarımıza hissettirdiğimiz zaman hiç de sevimli olmayan bir tavırla
bize, yaya olarak takip etmemizi icap eden yol istikametini gösterdiler ve
ancak yaralılarımızı taşıyabileceklerini söylediler.
Bize karşı gösterilen bu gayri dostane
harekete sebep ne idi? Çekilmenin bezgin, pasif ve ürkek haleti hâkim… Böyle
bir zamanda grup grup gelen Türklerin kaç gündür ne yaptıkları, neler
başardıkları, parça parça geliş sebepleri onlarca tamamen meçhuldü. Lisan
bilmediğimizden cephe kaçkını ve bozguncu artığı olmadığımızı anlatmak mümkün
olmuyordu… Daha üst makamlara müracaat ederek, motorlu vasıtalara binmek
müsaadesini almak belki kabil olurdu, fakat artık onlara ihtiyaç duymayı bir
izzetinefis meselesi telakki etmiştik.
O anda 2. Tümen karargâhının gerisinde
cereyan eden yolun kesilme hadise ve vahametinden Bölük Komutanı ile benim de
haberimiz olmadığı gibi Kunuri güneyinde ki sırtlarda emir bekleyen Amerikan
alayları da bihaber idiler.
Muhtelif birliklerden topladığımız 400
kadar mevcutla yolun kenarında meyus ve mukadder, ne yapacağımızı düşünüp her
şeye rağmen yaya olarak Sunchon’a hareket kararı verildi. Bu kararın icapları
içinde iki gün hiçbir taraftan iaşe edilemeyeceğimize göre, açlık, bunca yorgunluktan
sonra hedefe varmadan yollarda serilip kalmak, yeni ve ümitsiz muharebelere
tutuşmak gibi musibetler mukadder ve bu derece kötü mukadderattan sonra da ölüm
muhakkaktı. Fakat o anda iyi denemeyecek bakışlarına hedef olmaktansa, her
türlü meşakkate göğüs gererek, en sonunda düşman kurşunuyla ölmek, hepimiz için
daha cazip görünüyordu. Umumî bir tasviple bir ağızdan “yürüyelim arkadaşlar
yürüyelim” diye yükselen seslerdeki merdane manayı ve Türkün millî
izzetinefsi mevzuu bahis olunca, apaçık tehlikeleri dahi küçümseyen ruh
asaletinin o günkü hatırası benim için bütün Kore muharebelerinin en
heyecanlısıdır.
Kafilemiz Kunuri’den hareket ettikten
sonra Amerikan tümen karargâhının bulunduğu düzlükten daha ilerde, motorlu
vasıta parklarından az uzakta, yeni bir tertip ve düzen için yolun kenarında
durdu. Gün ağarmaya başlamıştı. Vaziyet hakkında bilgi edinilir ümidi ile kırk
sekiz saat aç erlerimize kumanya bulabilmek maksadıyla bir yüzbaşı arkadaşla
tümen karargâhının bulunduğu yere gittik. Büyük bir çadıra girdiğimiz vakit
yüksek rütbeli Amerikan subaylarının ortadaki büyük bir masa üzerine serilmiş
vaziyet haritası etrafında toplandıklarını gördük… Hiç kimse konuşmuyordu.
Masaya yaklaşıp haritaya bakınca, karargâh çadırını saran bu meyus sükûtun
sebebini anladım. Harita üzerinde kırmızı oklarla gösterilen düşman taarruz
kolları bir ahtapot gibi etrafımızı sarmıştı. En fenası da takip edilecek yolun
çok daha gerilerinden kesilmek üzere oluşu idi. Daha geri yol kısmı, şişenin
boğazı ve ağzı tıkanmıştı. Vaziyetin vahameti artık hiçbir suretle yardım
görmemize imkân olmadığını anlatıyordu.
Dostlarımızın tankları, topları ve belki
de biraz sonra binip bu cehennem içinde kendilerini uzaklaştıracak vasıtaları
vardı. Biz ise yürüyecektik.
Biraz yürüdükten sonra Amerikan
topçularının bulunduğu bir köye gelindi. Burada daha evvel gelebilmiş
arkadaşlarla birleşerek mevcudumuz biraz daha arttı. Genç bir levazım
subayımızın nereden, nasıl temin ettiğini bilmiyorum, biraz reçel, peynir ve
birer dilim ekmekten ibaret ziyafeti, vücudumuza yeni hamleler için kuvvet
bahşetti. İki gündür aç olmamıza rağmen açlıktan ölmemek veya hiç olmazsa
dermansızlıktan yolda kalmamak için zorla çiğnediğimiz lokmalar boğazımızda
düğümleniyordu. Erlerimizi biraz bir şeyler yemeleri için teşvik, hatta icbar
ederken onlar da en samimî bir ifade ve muhabbetle “ sen de ye komutanım “ diye
adeta yalvarıyorlardı. Vatandan haftalarca uzakta kader birliği etmiş birkaç
yüz kardeşinin birbirlerine olan karşılıklı ve samimî mecburiyetleri gönüllere,
ekmek ve yemekten ziyade kuvvet, kudret bahşediyordu.
Yorgunduk. Fakat dinlenmek için daha fazla
duramazdık. Köyden hemen çıkmış, biraz yürümüştük ki, Amerikalıların yakın
emniyeti için postalar sürüldüğünü söyledikleri civar tepelerden yürüyüş
kolumuz şiddetli ateş yedi… Yol terk edilerek hendekler ve civardaki müsait
araziden faydalanılarak yeni bir karara varmak için etrafı gözetlemeye
başladık. Bu esnada biraz evvel terk ettiğimiz köyden topçu ve motorlu
vasıtalar da yanımıza yaklaşmış ve durmuşlardı. Bir Amerikalı yarbayın şu
teklifi ile karşılaştık: “ Yol ateş altındadır. Karşı tepedeki düşman bir
taarruzla atılmazsa hareketimize imkân olmayacaktır. Sizden düşmana taarruz
ederek yolu açmanızı istiyoruz.
Amerikalı Yarbayın kararı doğru, fakat
teklifi acayipti. İlk nazarda, yolu açın, biz gidelim de, siz ne olursanız
olun, demek ister gibi bir mana taşıyan bu teklif aslında haklı idi.
Yüz kadar motorlu vasıta, otuz kadar top
ve milyonlar değerinde harp malzemesinin düşman eline geçmesini önlemek için
yolu açıp onların geriye gidebilmelerini temin etmek bir vazife borcu idi. Bu
vazife yapılırken kamyonlar ve toplar geçmiş ve çok kısa bir yürüyüşten sonra
yolun sağ ve solundan tekrar ateşe yakalandık. Önümüzde geçilmesi lâzım gelen
diz boyu derinliğinde bir su vardı. Kulaklarımızın dibinden vızlayarak
ayaklarımızın önüne düşen mermilerden toprak kaynaşıyordu. Bu ölüm
gürültülerine, vakit vakit yaralanan ve şehit olanların hain iniltileri
karışıyor, yaralılarımızı omuzlarımızda ve kollarına girerek taşıma
mecburiyeti, düşmanın işini kolaylaştırıyordu. Suyu bata çıka geçtik, fakat
sırılsıklam olan ayak ve vücutlarımızdan buğular çıkmaya başladı. Az sonra da
vücutta hareket kalmayınca ayazdan donan elbiselerimizin içinde düşman
kurşunundan gayri donma tehlikesi de belirmişti.
Su dan sonra düzlük gittikçe darlaşarak
arazi civar tepelerin hakimiyeti altında bir boğaz halini aldı. Üstümüze her
taraftan yağan mermilerden başka bir de tam cephemizden makineli tüfek
ateşleriyle karşılaştık. Artık ilerlemeye imkân kalmamıştı. Bu feci durumumuzu
gören düşman da teslim olmaktan başka çaremiz bulunmadığına karar vermiş olacak
ki tüfekleri atıp ellerimizi kaldırmamızı, yani esir olmamızı işaret
ediyorlardı. Bu işaretler bize atılan mermilerden daha fena geldi. O zamana
kadar süratle menzil dışına çıkmak ve daha müsait bir durumda mukabele etmek
kararımız değişti.
Artk gizlenme, müsait yer arama imkân yoktu.
Ayakta, çekerek, nasıl rast gelirse düşmana çevrilen namlularmızdan
fırlayan mermiler işaret edenleri yere serdi. Skan ateş sesleriyle beraber mermilerin
yükseklerden atًn gerek düşmanın
siperlerine gömüldüğünü anlıyorduk. Yaralılarımızdan
yürüyebilenlerden szan kanlarına rağmen son gayretlerini sarf ederek,
ağır olanlar da arkadaşlarının yardımıyla yol boyuna getirilerek yatırılıyordu.
Bunlar geriden gelebilecek vasıtalara bindirilecekti.
Bütün çaresizliğe ve ümitsizliğe rağmen
Allah’tan ümit kesilmiyor. Biz bu ümitsiz mücadelenin son dakikalarına
gelmiştik ki, gerimizden motor sesleri duyulmaya başladı. Az sonra her türlü
silahlarla mücehhez motorlu vasıtalar yanımızda durdu. Bu kolda tümen
karargâhının kurtulan topları ve tankları vardı. Tanklar ateşiyle bize yardıma
başladılar. Amerikan piyadeleri dereye inerek mevzilendiler. Yapılan devamlı ateş
muharebesiyle düşmanın sinmesinden istifade edilerek vasıtalar ileriye fırladı.
Bu sefer bizi de arabalara aldılar. Fakat her yüz, iki yüz metrede bir, kol
durmak mecburiyetinde kalınca, yere atlayarak muharebeye tutuşuyor, baskısından
sonra tekrar hareket ediyorduk. Bu ilerlemede herhangi bir arıza dolayısıyla
yolda durmuş vasıtalar yanlara devriliyor ve yol açılıyordu.
Bu hareketler esnasında yakın mesafelerden
yapılan ateşlerle vasıtalar delik deşik olmuştu. Tabi şehit olan ve
yaralananlar da pek fazla idi. İçinde bulunduğum bir muhabere otosunda iki
Amerikalı ölmüş, bir Amerikalı, iki Türk yaralanmıştı.
Çok derin bir boğaza girdiğimiz vakit,
düşmanın havan ve bazuka ateşleriyle durmak mecburiyetinde kaldık. İki
tarafımızdaki sarp tepelere mevzilenen düşmanın burada son kozunu oynamağa
karar verdiği anlaşılıyordu. Yine vasıtalardan atlayarak sarp yamaçlara doğru
saldırıldı. Bu artık son ve en müthiş mücadele idi. Daracık boğaz, top tüfek
sesleri, birbirine karışan türlü lisan gürültüleriyle inliyordu. Burada
Amerikan subay ve erlerinin de yılmaz bir cesaret ve soğukkanlılıkla mertçe
dövüştüklerini gördüm.
Durmaya mecbur kaldığımız yerin etrafı dik
yamaçlarla yükseldiğinden, kol içindeki tankların ateşleri pek müessir
olamıyordu. Bu duruş, düşman silahları lehine müsait bir durum yaratmıştı.
İyice gizlenmiş ve maskelenmiş bazuka ve havanların isabetleri pek müthiş
oluyordu. Mesela; bir kamyon üstüne oturan bir havan mermisinin infilâkıyla
vasıtanın havaya fırlayan parçaları arasına insan uzuvları da karışıyor, feryat
ve iniltiler duyuluyordu. Bulunduğumuz bu mıntıka üzerine yetişen jet
uçaklarının pek isabetli ve halâskâr müdahaleleri olmasaydı bu cehennem
diyarından hiç birimizin kurtulmasına imkân kalmayacaktı. Beş uçaklı bir filo
ile yer arsında irtibat temin edilip ateş gelen yerler uçaklara tarif edildi.
Bu uçakların düşman üstüne dalarak roketleri ve makineli tüfekleriyle çok
isabetli atışları süratle tesirini göstererek üstümüzdeki keşif ateş
baskısından kurtulduk. Düşmanın bu ateş fasılasından istifade edilerek ve
yeniden arızalanmış vasıtalar uçuruma yuvarlanarak tekrar harekete geçtik.
Konvoyumuz hava karardıktan sonra Sunchon’
a vardı. Burada toplanacağımız emredildiğinden vasıtalardan inen guruplar
metruk bir binanın bahçesinde toplandık. Şehir içerisinde bizden başka kimsenin
bulunmadığını araştırmak üzere bir ekip çıkarttım. Konvoy Piyangong’a hareket
etti. Ekip döndü, şehirde hiçbir canlı mahlûka rastlamadıklarını söylediler.
Beraberce Sunchon’un ıssız ve karanlık sokaklarında yürümeye başladık. Hayattan
eser olmayan bu şehir sokaklarındaki sessizlik muharebe meydanının o müthiş gürültülerinden
daha korkunç ve ürpertici idi.
Uzaktan gelen ayak sesleri duyduk. Bunlar
Koreli iki askerî polisi idi. Onların delâletiyle pencerelerinden ışıklar
görülen büyük bir binaya geldik. Bizden iki subaya rastladık. Onlar da toplanma
yerini arıyorlarmış. Burası seyyar bir hastane idi. Birkaç Türk arkadaşla daha
buluştuk. Bu hastaneye getirilmiş Türk yaralılarının da bulunduğunu söylediler.
Bu hastane büyük çadırlardan ibaret olup
hepsi tamamen dolmuştu. İlk tedavileri yapılanlar geriye naklediliyorlardı.
Bizden olanları arıyor ve “ Türk var mı? “ diye soruyorduk. Her grup içinden “
ben varım, ben Türküm, buyur komutanım “ diye cevap alıyorduk. Hafif ve ağır
olmak üzere birçok yaralılarımıza rastlıyor, onlar da bizi görünce birkaç
kelime konuşabilmenin saadeti içinde ızdıraplarını unutuyorlardı.
Biz yaralılarımızla kucaklaşıp konuşurken,
hastanenin rahibi mütebessim ve mültefit bir tavırla yanımıza yaklaştı. Onunla
görüşürken İngilizce bilen arkadaşımızın yüzünde beliren hayret ve memnuniyet
ifadelerinden merakla neticeyi bekliyorduk. Kısa bir konuşmadan sonra, bize
bütün çektiklerimizi unutturan müjdeli haberi verdi. Bu haber General Mac
Arthur’un “ Türk kuvvetleri 8. Orduyu kurtarmıştır” mealindeki beyanatı ve
bütün dünya efkârının bizimle meşgul olduğu idi. Güler yüzlü ve hürmet telkin
eden rahip, tekrar tekrar bizi tebrik ediyor, ellerimizi sıkıyor ve Allah’ın
lütfü ile bütün arkadaşlarımıza kavuşacağımızı söyleyerek teselli ediyordu. Bu
sevinçli haberi yaralılarımıza duyurduk, hepsi ızdırablarının tesellisini
bulmuş, yaralarının devasına kavuşmuş gibi, sevinç ve heyecan içinde idiler.
Hafızamda ve ruhumda silinmez bir iz bırakan aşağıdaki konuşmayı aynen
yazıyorum.
Zafer müjdesini yaralılarımıza verirken
sağ ayak kemiği kırılmış bir erimiz sedyesinden doğrulmak isteyerek; “
Yüzbaşım, Moskof da duymuş mu? “ dedi. Tercüman arkadaşımız aynı suali rahibe
sorunca aldığımız cevap hepimizi bir kat daha coşturdu. Yaralımıza aynen
anlattım “ Moskof radyosu, Amerikalılara, sizi bu sefer Türkler kurtardı “ diyorlarmış.
“ Bizi düşman övdükten sonra akan
kanım helâl olsun” dedi”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..