Hüseyin Cahit Yalçın, hikâyeleri,
romanları, hatıraları, mensur şiirleri, tenkitleri, incelemeleri, fıkraları,
makaleleri, siyasi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik çevirileriyle Türk
edebiyatının, Türk dergi ve gazeteciğinin en dikkate değer simalarından biridir.
Onun seksen iki yıllık (1875–1957) uzun hayatı, büyük mücadelelerle geçer.
Gençlik yıllarında yazdığı tenkitlerini topladığı kitaba, “Kavgalarım” adını
vermesi, onun bu mücadeleci ruhunu gösterir. Onun daha çocuk denilebilecek
yaşta başlayan yazı hayatı, zaman zaman edebiyattan uzaklaşsa da hiç durmadan
devam eder. Çok çalışkan ve üretken bir kalem olan Hüseyin Cahit, öğrenme ve
yazma konusunda karşısına çıkan en küçük imkânları ve fırsatları bile,
en iyi şekilde değerlendirir. Bazen hikâyeleri, romanları, mensur şiirleri,
edebî tenkitleriyle, edebiyata yönelir. Bazen ilmî, fennî çevirilerle
edebiyattan uzaklaşır bazen politikaya
dalar, kuvvetli bir polemikçi olur. Kimi zaman da karşısındakileri kalemiyle
delik deşik eden kuvvetli bir gazeteci kimliğiyle karşımıza çıkar. Adeta
herkese, her şeye meydan okurcasına tek başına dergi ve gazeteler çıkarır ve
onları tek başına yazılarıyla doldurur. Yusuf Ziya Ortaç’ın ifadesiyle o, sanki
bir yazar değil, bir “yazı makinesi”dir.
Bu yerinde duramayan kıpır kıpır
adam, zaman zaman cerbezeye kapılmaktan kendini alamayan bu parlak zekânın
hayatı da büyük dalgalanmalar iniş-çıkışlar, rengârenk tablolarla doludur. Önce
Mahalle Mektebi’ne gider, ardından Askerî Ortaokul, Siyasal Bilgiler Lisesi ve
Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirir (1896)
Hayata Millî Eğitim Bakanlığında
memurlukla başlar, vekil öğretmenlik yapar, çeşitli dergi ve gazetelerde
yazarlık, başyazarlıkta bulunur. Vefa Lisesi müdür yardımcısı, Mercan Lisesi
müdürü olur. 1908 II. Meşrutiyet’te İstanbul milletvekili ve Meclis
Başkanı’dır. 31 Mart 1909 olaylarında öldürülmek istenen, bu yüzden
İstanbul’dan kaçmak zorunda kalan adamdır. İttihat ve Terakkî Partisi yanlısı,
hatta, partinin Merkez-i Umumi üyesidir, fakat onlarla da ters düşer ve onları
da ağır yazılarla tenkit eder. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1914–1918)
ticarî vurgunculuğun önüne geçmek için kurulan Men-i İhtikâr Komisyonu ikinci
başkanıdır. 1919’da İngilizler tarafından Malta’ya sürülenler arasındadır.
Fransızca bilen Hüseyin Cahit, orada kaldığı üç yıl içinde İngilizce ve
İtalyancayı da öğrenir. 1922’de İstanbul’a döner, gazeteciliğe başlar. Yazıları
dolayısıyla 1923 yılında İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanır ve beraat eder.
Görüş ve düşüncelerini serbestçe hiç kimseden çekinmeden yazmaya devam eder.
Şiddetli tenkitlerinden dolayı 1925’te tekrar yargılanır ve Çorum’da müebbet
sürgüne mahkûm olur. Fakat bir müddet sonra 1926’da cezası kaldırılır,
İstanbul’a döner. 1930’da Şükrü Kaya’nın yardımı ve İsmet Paşa’nın izniyle
Sanayi ve Madenler Bankası yönetim kurulu başkanlığına getirilir. Birinci Dil
Kurultayı’nda (1932) dilde özleştirmeciliğe, arılaştırmaya karşı çıkması
yüzünden bu görevinden alınır. Fakat o, bütün bunlara rağmen dilde
sadeleşmenin, devlet eliyle, müdahaleyle yapılamayacağını, dildeki sadeleşmenin
tabiî akış içerisinde olması gerektiği konusundaki görüş ve düşüncelerini
ısrarla savunur, bu düşüncelerinden asla vazgeçmez. 1933 yılında Fikir
Hareketleri dergisini yayımlar ve bu dergiyi 1940 yılına kadar 364 sayı tek
başına çıkarmayı başarır. Bu arada birçok gazete ve dergide de yazıları çıkar.
1939’da milletvekili olur. II. Meşrutiyet’ten sonra yine meclistedir. Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde İstanbul, Çankırı, Kars milletvekili olarak görev
yapar. Milletvekilliği 1954 yılına kadar devam eder. Bu arada Ulus gazetesi
başyazarlığına getirilir. Türkiye’nin en yaşlı ve en tanınmış gazetecisi olarak
Basın Birliği Başkanlığına seçilir. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili adayı
olur, fakat seçim sonuçları alınmadan 18 Ekim 1957’de ölür.
Kısaca hayatının genel çizgilerini
vermeye çalıştığımız Hüseyin Cahit, 1935 yılında altmış yaşında iken Edebî
Hatıralar adlı eserini yayımlar. Hüseyin Cahit, bu eserinde ilk çocukluk
yıllarından 1935 yılına kadarki edebiyat hatıralarını, o sade, akıcı ve renkli
üslubuyla çok güzel anlatır. Edebî Hatıralar, sadece Türk edebiyatıyla değil,
Türk sosyal, siyasal ve kültürel hayatıyla ilgili ilginç hadiselerle doludur.
Şöyle ki:
Hüseyin Cahit’in, çocukluk
yıllarında oyun ve oyuncaklarla arası hoş değildir. Kitap okumanın çok
sevildiği bir evde büyüyen minik Cahit’in oyuncakları kitaplardır. Daha küçük
yaştan itibaren hiç durmadan okur. Bu yıllarda okudukları, Âşık Garip ve Âşık
Kerem hikâyeleri, Battal Gazi ve Kara Davut’un maceraları, Ahmet Mithat
Efendi’nin romanları, Fuzulî, Nedim, Nabî’nin divanları, Nesimi divanı,
Peygamberimizin mucizeleri, Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan kitaplardır.
Bu kaynaklar onda samimi bir iman ve din duygusu oluşturur.
Hüseyin Cahit Yalçın, daha on altı
yaşında bir lise öğrencisi iken ilk eserini verir. Bu, Nadide adını taşıyan bir
romandır. Üstelik eser devrin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi’nin takriziyle
(beğenme yazısıyla) basılır. O, bu yıllarda yavaş yavaş Fransızcasını
ilerletir. Batı kültürüyle tanışır. İlk önce cinayet romanları, ardından
duygusal romanlar ve Fransız edebiyatının ünlü isimlerini okumaya başlar. Daha
sonra Fransızca ilmî ve felsefî eserlere yönelir. Okuduklarıyla duygu, düşünce
ve inanç dünyası alt üst olur. Eski ve yeni Türkçe eserlerden soğuyup uzaklaşır.
Dinî ve millî değerlerimize karşı zihninde birtakım şüpheler oluşmaya başlar.
Bu arada Servet-i Fünûn dergisinde tercüme yazıları çıkmaktadır.
Lise ve üniversite öğrenciliği
yıllarında Hüseyin Cahit üzerinde, siyasî faaliyetleri yüzünden Harp Okulu’ndan
atılan, bir müddet Rodos’a sürülüp İstanbul’a geri dönen dayısının ve tıp
fakültesinde okuyan teyze oğlunun önemli tesirleri olur. Genç Cahit’in dinî
inançları teyze oğlu Hulki’nin anlattığı ve verdiği materyalist Beşir Fuat’ın
eserleriyle ciddi bir şekilde sarsılır. Ayrıca bu yıllarda o, materyalist Alman
filozofu Ludwig Buchner’in birçok I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet okumuşu’nun
inanç dünyasının yıkılmasında önemli bir rolü olan Madde ve Kuvvet adlı
eseriyle tanışır. Artık hem inanç dünyası yıkılmış, hem de II. Abdülhamit
idaresine karşı menfi duygularla dolmuştur. Bu arada devrin siyasî
muhaliflerinden Mizancı Murad’ın çıkardığı ve illegal yollardan ülkeye giren
Mizan gazetesini, Ahmet Rıza’nın çıkardığı Meşveret gazetesini okumakta, onlara
ve onların gibi muhalif Jöntürklere hayranlık duymaktadır. İşin daha da acıklı
ve düşündürücü yanı, Hüseyin Cahit, mülkiyeli bir genç olarak, kendi ifadesiyle
“ateşli bir komiteci ruhuyla çalışan” Ermeni kitapçılardan yasak yabancı kitap
ve gazeteler almakta, kendi devletine karşı menfi düşüncelerle dolmakta, hatta
arkadaşı Ahmet Şuayb’la birlikte Avrupa’ya kaçmayı hayal etmektedir. “Paris’e
gidebilmek, tiyatrolarını, kitaplıklarını dolaşmak, istediği gazete ve
kitapları doya doya okumak, o medeni ve hür ülkede yaşamak, vatanda hürriyeti
sağlamak için uğraşanlarla birlikte olmak” bunlar, o yıllarda Hüseyin Cahit’in
içini yakan arzulardır. Paris’e kaçamasa bile, hayal içinde hep Paris’i
yaşıyordu, sanki İstanbul’da değil, Paris’te gibiydi. Devrin birçok aydını gibi,
onun da “maşûka-i vicdanı” Avrupa idi. Yine, o yıllarda en büyük arzularından
biri, on yedi ciltlik Larousse’un büyük ansiklopedisine sahip olmaktı. Onu
alabilirse dünyanın en zengin kitaplığına sahip olacağına inanıyordu. Nihayet
muradına erdi. Ermeni kitapçı Karabet ile anlaştı. O kefil oldu. Ansiklopedi
geldi. Ciltletmesiyle birlikte otuz beş lira tutmuştu. Ve genç Cahit, kitapçı
Karabet’e borcunu ödemek için tam üç bin beş yüz sayfa cinayet romanı çevirisi
yaptı. İşin tuhaf tarafı, bu çeviri romanların en iyi müşterisi saray, yani II.
Abdülhamit’ti. Hüseyin Cahit ise, mutluydu, çünkü artık on yedi ciltlik
Larousse’u vardı ve genç Cahit sahip olduğu millî ve dinî her şeyi kafasından
silip onların yerini Larousse’un bilgileriyle doldurmaya hazırdı. Tıpkı yakın
arkadaşı ve çok sevdiği Tevfik Fikret gibi onun da “İrfanı tebdil-i tebaiyyet”
edecekti.
Bu yıllarda Hüseyin Cahit, Mektep
dergisinde Larousse ansiklopedisinden yaptığı çevirileri yayımlıyor, Ahmet
Şuayb, Mehmet Rauf, Cenap Şahabettin gibi gençlerle tanışıyor ve onlarla
arkadaş oluyordu. 1896’da Mülkiye’yi bitiren Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret’in
yazı işleri müdürü olduğu Servet-i Fünûn dergisinde hikâyeler, edebî tenkitler
ve mensur şiirler yayımlıyordu. Fikret ve Halit Ziya ile tanışıp dost olmuştu.
Yazma, hiç durmadan yazma heyecanıyla dolu olan Hüseyin Cahit, Servet-i Fünûn’a
haftada bir yazmakla tatmin olmuyordu. Bu yüzden arkadaşlarıyla birlikte Yeni
Mecmua adıyla bir dergi çıkarma teşebbüsleri oldu; fakat saraya giden bir
jurnal sebebiyle bu derginin çıkışı engellendi. Hüseyin Cahit bu yıllarda Tarik
gazetesinde yazdı. Orada Velet Çelebi Efendi, Hoca Sabri Efendi gibi gelenekçi
isimlerle çeşitli polemiklere girişti. Gün geçtikçe gelenekten, bize ait olan
şeylerden kopuyor ve Batı’ya hayranlığı artıyordu.
Hüseyin Cahit, Tarik gazetesinin
kapanmasından sonra, Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah gazetesinde yazmaya
başladı. Fakat Sabah gazetesinde gazete sahibi ile maaş hususunda anlaşamayıp
Saadet gazetesine geçti. Bu arada Servet-i Fünûn’daki yazılarını ise hiç ihmal
etmiyordu. Bu dönemde Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Kâzım
gibi Servet-i Fünûn yazarları, gönüllerindeki büyük boşluğu hiçbir şeyle
dolduramazlar. Ne İstanbul’un güzellikleri ne çeşitli gazete ve dergilerdeki
yazıları ne edebiyatın o muhayyel dünyası ne tanınmış bir yazar olmak ne de
önemli bir şöhrete sahip olmak onları mutlu eder. Bu yıllarda onlar, dünyanın
uzak diyarlarına, mesela, İngilizlerin bir sömürgesi olan Yeni Zelanda’ya
göçmen olarak gitmek, oraya yerleşmek hayalleriyle avunurlar. Bunun
gerçekleşmeyeceğini anlayınca da arkadaşları Hüseyin Kâzım’ın Manisa’da Sarıçam
denilen bir köydeki arazisine bir köşk yaparak orada yaşamayı arzu ederler.
Divan şairinin “bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.” dediği İstanbul onları
sıkmakta, bunaltmaktadır. Halbuki, Servet-i Fünûn’da devamlı yazıyorlardı.
Ayrıca Edebiyat-ı Cedîde kitaplığı adıyla bir yayın dizisi başlatmışlar ve
eserlerini yayımlıyorlardı. Aralarında saygı ve sevgiye dayalı bir dostluk
vardı. Belli aralıklarla dergide toplanıp yazılarını okuyorlar, her yazıyı yazı
heyetlerinden geçiriyorlardı. Hemen hepsi her yazının her zaman iyi bir yanını
bulur, arkadaşlarının beğenilen üstün yanlarını ileri sürerlerdi. Yalnız Tevfik
Fikret, ahlaki konularda çok titizdi. Ahlaki açıdan aykırı hiçbir yazıya izin
verilmiyor, uygun olmayan yerler yazılardan çıkarılıyordu. Hüseyin Cahit,
hatıralarında Fikret’ten derin bir saygıyla bahseder ve onun şahsiyetini şöyle
anlatır:
Fikret, sigara içmezdi, alkollü
içeceklerden uzak kalırdı. Aslında Servet-i Fünûn yazarları arasında bu
içkilere düşkünlük hiç yoktu. Fikret edebiyattaki yüksek yerine rağmen
arkadaşlarını kendisinden üstün görürdü. Cenab’ın şiirlerini kendi yazılarından
çok ileride tutar, bir kabiliyet gördüğü arkadaşlarını yüreklendirir, birisinin
iyi yazısını arkadaşlarına haber vermekten, okumaktan zevk duyar, Halit
Ziya’dan büyük saygıyla bahsederdi. Servet-i Fünûn yazarlarından birinin
başarılı bir hikâyesi, bir şiiri, Fikret için çok içten bir sevinç kaynağı olurdu.
Fikret ince duyguları, iffetli ve dikkatli yaşamı, dindarca sakınışlarıyla
birlikte bir atlet kadar sağlamdı…
Fikret aile hayatına da son derece
bağlıydı. Bütün kalbini eşine ve çocuğuna vermişti… Fikret bazen, Hüseyin
Cahit’le yan yana yürürken birdenbire gülümseyerek yer değiştirir, onu sağına
alırdı. Bakışları arkadaşlarıyla karşılaşınca gülüşürlerdi. Hüseyin Cahit
“anladım, pardon” deyip takılırdı. Fikret’in sol yanında kalbi vardı ve o kalb
bütünüyle eşinindi. O tarafa kimsenin geçmemesi gerekirdi. Aile hayatında pırıl
pırıl olan Fikret, yanında bu hayatı zedeleyecek en küçük bir söz bile
edilmesine izin vermezdi. Arkadaşları, ufak tefek yanlışlarını bile Fikret’ten
saklamak zorunda kalırlardı. Fikret’in arkadaşlarının arada sırada oynadıkları
küçük kâğıt oyunlarını bile büyük bir tepkiyle ayıplayacağı şüphesizdi… Hemen
hepsi birbirlerine gönülden bağlıydı.
Fikret’in ve arkadaşlarının bütün
bu özellikleri ne kadar güzel özelliklerdi. Eğer bu nesil, sahip
çıkılabilseydi, gönülleri ve kalpleri imanla, vatan, millet sevgisiyle
doldurulabilseydi, ülkemiz ve insanımız için ne kadar güzel olurdu. Ama ne
yazık ki bu kadar önemli vasıflara sahip nesillere bile sahip çıkamadık.
Hüseyin Cahit bile, hatıralarının sonunda, bu kayıp nesille ilgili hüzünle
doludur.
Nihayet bir gün Fikret, Servet-i
Fünûn dergisinin sahibi Ahmet İhsan Bey’e darıldı ve derginin yazı işleri
müdürlüğünden ayrıldı. Yerine, Fikret’in olurunu aldıktan sonra Hüseyin Cahit
geçti ve 1901 yılında Hüseyin Cahit’in, Servet-i Fünûn’da çıkan “Edebiyat ve
Hukuk” başlıklı bir çeviri makalesi dolayısıyla dergi saraya ihbar edildi. II.
Abdülhamit “Fransızlar gibi krallarını idam edecek seviyeye varmış bir milletin
düşüncelerini ülkeye sokarak halkın duygularını bozmak isteyen Servet-i Fünûn
yazarlarının her birinin bir yana sürülmesini düşünmüştü.” Fakat Padişah’ın
genel sekreteri Arif Bey, bunun hukuka aykırı olacağını söyleyerek, durumun
yargıya intikalinin uygun olacağına padişahı ikna etti. Ve Padişahın emriyle
Adalet Bakanlığı harekete geçti. Önce sorgu hâkimi Ali Rıza Bey, Hüseyin
Cahit’in ve derginin sahibi Ahmet İhsan Bey’in ifadelerini aldı ve Hüseyin
Cahit ve diğerlerinin yargılanması için bir sebep olmadığını Adalet Bakanı
Abdurrahman Paşa’ya bildirdi. Abdurrahman Paşa da bu hükmü kabul ederek durumu
saraya iletti. Saray, yani Padişah II. Abdülhamit ikinci bir yazıyla Hüseyin
Cahit ve arkadaşlarının gerçekten suçsuz olup olmadıklarını soruyordu. Adalet
Bakanı Abdurrahman Paşa bu ikinci yazıyı işleme bile koymadı. Böylece Hüseyin
Cahit ve arkadaşları yargılanmaktan kurtuldu.
Bu olaydan anlaşılıyor ki II.
Abdülhamit devrinde bu kadar hür ve bağımsız hareket edebilen hâkimler ve
adalet bakanları vardı. Üstelik bu adalet bakanı 1895 yılından itibaren
yıllarca adalet bakanlığı yaptı. Sadrazamlığı kabul etmedi. 1908’de kendi
isteğiyle emekliye ayrılınca, padişahça kendisine teklif edilen ömür boyu âyân
(senato) üyeliği görevini de kabul etmedi.
Halbuki bize, genç nesillere,
tarihimiz anlatılırken, yıllarca II. Abdülhamit devri ne kadar da kötülenmişti.
Anlatılanlara göre o devirde hak, hukuk, adalet yoktu. Haksızlık, zulüm, jurnal
vardı. Halbuki, Hüseyin Cahit gibi II. Abdülhamit aleyhtarı bir yazarın
hâtıraları bile, bunun yanlış olduğunu çarpıcı örneklerle ortaya koyuyor. Bu
yüzden tarihimize bir daha dikkatle bakmada ve bu tarihi yaşayanların
şahitliğine de başvurarak o devirleri, o devirler ve şahsiyetler hakkında
verilen hükümleri, tekrar gözden geçirmemizde sayısız fayda var.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebî
Hâtıraları, sırf bu açıdan bile ibretle okunması ve ders alınması gereken
örneklerle doludur.
Faydalanılan kaynaklar:
1. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî
Hâtıralar, İstanbul, 1935.
2. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat
Anıları (Basıma hazırlayan Rauf Mutluay), İstanbul, 1975.
3. Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl,
İstanbul, 1969.
4. Ruşen Eşref Ünaydın, “Hüseyin
Cahit Yalçın”, Diyorlar ki (Basıma hazırlayan Şemseddin Kutlu), Ankara, 1985.
5. Kenan Akyüz, Modern Türk
Edebiyatının Ana Çizgileri I, 3.b., Ankara, 1979.
6. Yusuf Ziya Ortaç, “Hüseyin Cahit
Yalçın”, Portreler, İstanbul, 1963.
Fatih BAĞCIOĞLU Yağmur Dergisinden Alınmıştır (Sayı 34)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..