5 Şubat 2011 Cumartesi

Hüseyin Cahit Yalçın ve Edebi Hatıralar


Hüseyin Cahit Yalçın, hikâyeleri, romanları, hatıraları, mensur şiirleri, tenkitleri, incelemeleri, fıkraları, makaleleri, siyasi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik çevirileriyle Türk edebiyatının, Türk dergi ve gazeteciğinin en dikkate değer simalarından biridir. Onun seksen iki yıllık (1875–1957) uzun hayatı, büyük mücadelelerle geçer. Gençlik yıllarında yazdığı tenkitlerini topladığı kitaba, “Kavgalarım” adını vermesi, onun bu mücadeleci ruhunu gösterir. Onun daha çocuk denilebilecek yaşta başlayan yazı hayatı, zaman zaman edebiyattan uzaklaşsa da hiç durmadan devam eder. Çok çalışkan ve üretken bir kalem olan Hüseyin Cahit, öğrenme ve
yazma konusunda karşısına çıkan en küçük imkânları ve fırsatları bile, en iyi şekilde değerlendirir. Bazen hikâyeleri, romanları, mensur şiirleri, edebî tenkitleriyle, edebiyata yönelir. Bazen ilmî, fennî çevirilerle edebiyattan uzaklaşır bazen politikaya dalar, kuvvetli bir polemikçi olur. Kimi zaman da karşısındakileri kalemiyle delik deşik eden kuvvetli bir gazeteci kimliğiyle karşımıza çıkar. Adeta herkese, her şeye meydan okurcasına tek başına dergi ve gazeteler çıkarır ve onları tek başına yazılarıyla doldurur. Yusuf Ziya Ortaç’ın ifadesiyle o, sanki bir yazar değil, bir “yazı makinesi”dir.
Bu yerinde duramayan kıpır kıpır adam, zaman zaman cerbezeye kapılmaktan kendini alamayan bu parlak zekânın hayatı da büyük dalgalanmalar iniş-çıkışlar, rengârenk tablolarla doludur. Önce Mahalle Mektebi’ne gider, ardından Askerî Ortaokul, Siyasal Bilgiler Lisesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirir (1896)
Hayata Millî Eğitim Bakanlığında memurlukla başlar, vekil öğretmenlik yapar, çeşitli dergi ve gazetelerde yazarlık, başyazarlıkta bulunur. Vefa Lisesi müdür yardımcısı, Mercan Lisesi müdürü olur. 1908 II. Meşrutiyet’te İstanbul milletvekili ve Meclis Başkanı’dır. 31 Mart 1909 olaylarında öldürülmek istenen, bu yüzden İstanbul’dan kaçmak zorunda kalan adamdır. İttihat ve Terakkî Partisi yanlısı, hatta, partinin Merkez-i Umumi üyesidir, fakat onlarla da ters düşer ve onları da ağır yazılarla tenkit eder. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1914–1918) ticarî vurgunculuğun önüne geçmek için kurulan Men-i İhtikâr Komisyonu ikinci başkanıdır. 1919’da İngilizler tarafından Malta’ya sürülenler arasındadır. Fransızca bilen Hüseyin Cahit, orada kaldığı üç yıl içinde İngilizce ve İtalyancayı da öğrenir. 1922’de İstanbul’a döner, gazeteciliğe başlar. Yazıları dolayısıyla 1923 yılında İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanır ve beraat eder. Görüş ve düşüncelerini serbestçe hiç kimseden çekinmeden yazmaya devam eder. Şiddetli tenkitlerinden dolayı 1925’te tekrar yargılanır ve Çorum’da müebbet sürgüne mahkûm olur. Fakat bir müddet sonra 1926’da cezası kaldırılır, İstanbul’a döner. 1930’da Şükrü Kaya’nın yardımı ve İsmet Paşa’nın izniyle Sanayi ve Madenler Bankası yönetim kurulu başkanlığına getirilir. Birinci Dil Kurultayı’nda (1932) dilde özleştirmeciliğe, arılaştırmaya karşı çıkması yüzünden bu görevinden alınır. Fakat o, bütün bunlara rağmen dilde sadeleşmenin, devlet eliyle, müdahaleyle yapılamayacağını, dildeki sadeleşmenin tabiî akış içerisinde olması gerektiği konusundaki görüş ve düşüncelerini ısrarla savunur, bu düşüncelerinden asla vazgeçmez. 1933 yılında Fikir Hareketleri dergisini yayımlar ve bu dergiyi 1940 yılına kadar 364 sayı tek başına çıkarmayı başarır. Bu arada birçok gazete ve dergide de yazıları çıkar. 1939’da milletvekili olur. II. Meşrutiyet’ten sonra yine meclistedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İstanbul, Çankırı, Kars milletvekili olarak görev yapar. Milletvekilliği 1954 yılına kadar devam eder. Bu arada Ulus gazetesi başyazarlığına getirilir. Türkiye’nin en yaşlı ve en tanınmış gazetecisi olarak Basın Birliği Başkanlığına seçilir. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili adayı olur, fakat seçim sonuçları alınmadan 18 Ekim 1957’de ölür.
Kısaca hayatının genel çizgilerini vermeye çalıştığımız Hüseyin Cahit, 1935 yılında altmış yaşında iken Edebî Hatıralar adlı eserini yayımlar. Hüseyin Cahit, bu eserinde ilk çocukluk yıllarından 1935 yılına kadarki edebiyat hatıralarını, o sade, akıcı ve renkli üslubuyla çok güzel anlatır. Edebî Hatıralar, sadece Türk edebiyatıyla değil, Türk sosyal, siyasal ve kültürel hayatıyla ilgili ilginç hadiselerle doludur. Şöyle ki:
Hüseyin Cahit’in, çocukluk yıllarında oyun ve oyuncaklarla arası hoş değildir. Kitap okumanın çok sevildiği bir evde büyüyen minik Cahit’in oyuncakları kitaplardır. Daha küçük yaştan itibaren hiç durmadan okur. Bu yıllarda okudukları, Âşık Garip ve Âşık Kerem hikâyeleri, Battal Gazi ve Kara Davut’un maceraları, Ahmet Mithat Efendi’nin romanları, Fuzulî, Nedim, Nabî’nin divanları, Nesimi divanı, Peygamberimizin mucizeleri, Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan kitaplardır. Bu kaynaklar onda samimi bir iman ve din duygusu oluşturur.
Hüseyin Cahit Yalçın, daha on altı yaşında bir lise öğrencisi iken ilk eserini verir. Bu, Nadide adını taşıyan bir romandır. Üstelik eser devrin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi’nin takriziyle (beğenme yazısıyla) basılır. O, bu yıllarda yavaş yavaş Fransızcasını ilerletir. Batı kültürüyle tanışır. İlk önce cinayet romanları, ardından duygusal romanlar ve Fransız edebiyatının ünlü isimlerini okumaya başlar. Daha sonra Fransızca ilmî ve felsefî eserlere yönelir. Okuduklarıyla duygu, düşünce ve inanç dünyası alt üst olur. Eski ve yeni Türkçe eserlerden soğuyup uzaklaşır. Dinî ve millî değerlerimize karşı zihninde birtakım şüpheler oluşmaya başlar. Bu arada Servet-i Fünûn dergisinde tercüme yazıları çıkmaktadır.
Lise ve üniversite öğrenciliği yıllarında Hüseyin Cahit üzerinde, siyasî faaliyetleri yüzünden Harp Okulu’ndan atılan, bir müddet Rodos’a sürülüp İstanbul’a geri dönen dayısının ve tıp fakültesinde okuyan teyze oğlunun önemli tesirleri olur. Genç Cahit’in dinî inançları teyze oğlu Hulki’nin anlattığı ve verdiği materyalist Beşir Fuat’ın eserleriyle ciddi bir şekilde sarsılır. Ayrıca bu yıllarda o, materyalist Alman filozofu Ludwig Buchner’in birçok I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet okumuşu’nun inanç dünyasının yıkılmasında önemli bir rolü olan Madde ve Kuvvet adlı eseriyle tanışır. Artık hem inanç dünyası yıkılmış, hem de II. Abdülhamit idaresine karşı menfi duygularla dolmuştur. Bu arada devrin siyasî muhaliflerinden Mizancı Murad’ın çıkardığı ve illegal yollardan ülkeye giren Mizan gazetesini, Ahmet Rıza’nın çıkardığı Meşveret gazetesini okumakta, onlara ve onların gibi muhalif Jöntürklere hayranlık duymaktadır. İşin daha da acıklı ve düşündürücü yanı, Hüseyin Cahit, mülkiyeli bir genç olarak, kendi ifadesiyle “ateşli bir komiteci ruhuyla çalışan” Ermeni kitapçılardan yasak yabancı kitap ve gazeteler almakta, kendi devletine karşı menfi düşüncelerle dolmakta, hatta arkadaşı Ahmet Şuayb’la birlikte Avrupa’ya kaçmayı hayal etmektedir. “Paris’e gidebilmek, tiyatrolarını, kitaplıklarını dolaşmak, istediği gazete ve kitapları doya doya okumak, o medeni ve hür ülkede yaşamak, vatanda hürriyeti sağlamak için uğraşanlarla birlikte olmak” bunlar, o yıllarda Hüseyin Cahit’in içini yakan arzulardır. Paris’e kaçamasa bile, hayal içinde hep Paris’i yaşıyordu, sanki İstanbul’da değil, Paris’te gibiydi. Devrin birçok aydını gibi, onun da “maşûka-i vicdanı” Avrupa idi. Yine, o yıllarda en büyük arzularından biri, on yedi ciltlik Larousse’un büyük ansiklopedisine sahip olmaktı. Onu alabilirse dünyanın en zengin kitaplığına sahip olacağına inanıyordu. Nihayet muradına erdi. Ermeni kitapçı Karabet ile anlaştı. O kefil oldu. Ansiklopedi geldi. Ciltletmesiyle birlikte otuz beş lira tutmuştu. Ve genç Cahit, kitapçı Karabet’e borcunu ödemek için tam üç bin beş yüz sayfa cinayet romanı çevirisi yaptı. İşin tuhaf tarafı, bu çeviri romanların en iyi müşterisi saray, yani II. Abdülhamit’ti. Hüseyin Cahit ise, mutluydu, çünkü artık on yedi ciltlik Larousse’u vardı ve genç Cahit sahip olduğu millî ve dinî her şeyi kafasından silip onların yerini Larousse’un bilgileriyle doldurmaya hazırdı. Tıpkı yakın arkadaşı ve çok sevdiği Tevfik Fikret gibi onun da “İrfanı tebdil-i tebaiyyet” edecekti.
Bu yıllarda Hüseyin Cahit, Mektep dergisinde Larousse ansiklopedisinden yaptığı çevirileri yayımlıyor, Ahmet Şuayb, Mehmet Rauf, Cenap Şahabettin gibi gençlerle tanışıyor ve onlarla arkadaş oluyordu. 1896’da Mülkiye’yi bitiren Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret’in yazı işleri müdürü olduğu Servet-i Fünûn dergisinde hikâyeler, edebî tenkitler ve mensur şiirler yayımlıyordu. Fikret ve Halit Ziya ile tanışıp dost olmuştu. Yazma, hiç durmadan yazma heyecanıyla dolu olan Hüseyin Cahit, Servet-i Fünûn’a haftada bir yazmakla tatmin olmuyordu. Bu yüzden arkadaşlarıyla birlikte Yeni Mecmua adıyla bir dergi çıkarma teşebbüsleri oldu; fakat saraya giden bir jurnal sebebiyle bu derginin çıkışı engellendi. Hüseyin Cahit bu yıllarda Tarik gazetesinde yazdı. Orada Velet Çelebi Efendi, Hoca Sabri Efendi gibi gelenekçi isimlerle çeşitli polemiklere girişti. Gün geçtikçe gelenekten, bize ait olan şeylerden kopuyor ve Batı’ya hayranlığı artıyordu.
Hüseyin Cahit, Tarik gazetesinin kapanmasından sonra, Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah gazetesinde yazmaya başladı. Fakat Sabah gazetesinde gazete sahibi ile maaş hususunda anlaşamayıp Saadet gazetesine geçti. Bu arada Servet-i Fünûn’daki yazılarını ise hiç ihmal etmiyordu. Bu dönemde Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Kâzım gibi Servet-i Fünûn yazarları, gönüllerindeki büyük boşluğu hiçbir şeyle dolduramazlar. Ne İstanbul’un güzellikleri ne çeşitli gazete ve dergilerdeki yazıları ne edebiyatın o muhayyel dünyası ne tanınmış bir yazar olmak ne de önemli bir şöhrete sahip olmak onları mutlu eder. Bu yıllarda onlar, dünyanın uzak diyarlarına, mesela, İngilizlerin bir sömürgesi olan Yeni Zelanda’ya göçmen olarak gitmek, oraya yerleşmek hayalleriyle avunurlar. Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca da arkadaşları Hüseyin Kâzım’ın Manisa’da Sarıçam denilen bir köydeki arazisine bir köşk yaparak orada yaşamayı arzu ederler. Divan şairinin “bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.” dediği İstanbul onları sıkmakta, bunaltmaktadır. Halbuki, Servet-i Fünûn’da devamlı yazıyorlardı. Ayrıca Edebiyat-ı Cedîde kitaplığı adıyla bir yayın dizisi başlatmışlar ve eserlerini yayımlıyorlardı. Aralarında saygı ve sevgiye dayalı bir dostluk vardı. Belli aralıklarla dergide toplanıp yazılarını okuyorlar, her yazıyı yazı heyetlerinden geçiriyorlardı. Hemen hepsi her yazının her zaman iyi bir yanını bulur, arkadaşlarının beğenilen üstün yanlarını ileri sürerlerdi. Yalnız Tevfik Fikret, ahlaki konularda çok titizdi. Ahlaki açıdan aykırı hiçbir yazıya izin verilmiyor, uygun olmayan yerler yazılardan çıkarılıyordu. Hüseyin Cahit, hatıralarında Fikret’ten derin bir saygıyla bahseder ve onun şahsiyetini şöyle anlatır:
Fikret, sigara içmezdi, alkollü içeceklerden uzak kalırdı. Aslında Servet-i Fünûn yazarları arasında bu içkilere düşkünlük hiç yoktu. Fikret edebiyattaki yüksek yerine rağmen arkadaşlarını kendisinden üstün görürdü. Cenab’ın şiirlerini kendi yazılarından çok ileride tutar, bir kabiliyet gördüğü arkadaşlarını yüreklendirir, birisinin iyi yazısını arkadaşlarına haber vermekten, okumaktan zevk duyar, Halit Ziya’dan büyük saygıyla bahsederdi. Servet-i Fünûn yazarlarından birinin başarılı bir hikâyesi, bir şiiri, Fikret için çok içten bir sevinç kaynağı olurdu. Fikret ince duyguları, iffetli ve dikkatli yaşamı, dindarca sakınışlarıyla birlikte bir atlet kadar sağlamdı…
Fikret aile hayatına da son derece bağlıydı. Bütün kalbini eşine ve çocuğuna vermişti… Fikret bazen, Hüseyin Cahit’le yan yana yürürken birdenbire gülümseyerek yer değiştirir, onu sağına alırdı. Bakışları arkadaşlarıyla karşılaşınca gülüşürlerdi. Hüseyin Cahit “anladım, pardon” deyip takılırdı. Fikret’in sol yanında kalbi vardı ve o kalb bütünüyle eşinindi. O tarafa kimsenin geçmemesi gerekirdi. Aile hayatında pırıl pırıl olan Fikret, yanında bu hayatı zedeleyecek en küçük bir söz bile edilmesine izin vermezdi. Arkadaşları, ufak tefek yanlışlarını bile Fikret’ten saklamak zorunda kalırlardı. Fikret’in arkadaşlarının arada sırada oynadıkları küçük kâğıt oyunlarını bile büyük bir tepkiyle ayıplayacağı şüphesizdi… Hemen hepsi birbirlerine gönülden bağlıydı.
Fikret’in ve arkadaşlarının bütün bu özellikleri ne kadar güzel özelliklerdi. Eğer bu nesil, sahip çıkılabilseydi, gönülleri ve kalpleri imanla, vatan, millet sevgisiyle doldurulabilseydi, ülkemiz ve insanımız için ne kadar güzel olurdu. Ama ne yazık ki bu kadar önemli vasıflara sahip nesillere bile sahip çıkamadık. Hüseyin Cahit bile, hatıralarının sonunda, bu kayıp nesille ilgili hüzünle doludur.
Nihayet bir gün Fikret, Servet-i Fünûn dergisinin sahibi Ahmet İhsan Bey’e darıldı ve derginin yazı işleri müdürlüğünden ayrıldı. Yerine, Fikret’in olurunu aldıktan sonra Hüseyin Cahit geçti ve 1901 yılında Hüseyin Cahit’in, Servet-i Fünûn’da çıkan “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bir çeviri makalesi dolayısıyla dergi saraya ihbar edildi. II. Abdülhamit “Fransızlar gibi krallarını idam edecek seviyeye varmış bir milletin düşüncelerini ülkeye sokarak halkın duygularını bozmak isteyen Servet-i Fünûn yazarlarının her birinin bir yana sürülmesini düşünmüştü.” Fakat Padişah’ın genel sekreteri Arif Bey, bunun hukuka aykırı olacağını söyleyerek, durumun yargıya intikalinin uygun olacağına padişahı ikna etti. Ve Padişahın emriyle Adalet Bakanlığı harekete geçti. Önce sorgu hâkimi Ali Rıza Bey, Hüseyin Cahit’in ve derginin sahibi Ahmet İhsan Bey’in ifadelerini aldı ve Hüseyin Cahit ve diğerlerinin yargılanması için bir sebep olmadığını Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa’ya bildirdi. Abdurrahman Paşa da bu hükmü kabul ederek durumu saraya iletti. Saray, yani Padişah II. Abdülhamit ikinci bir yazıyla Hüseyin Cahit ve arkadaşlarının gerçekten suçsuz olup olmadıklarını soruyordu. Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa bu ikinci yazıyı işleme bile koymadı. Böylece Hüseyin Cahit ve arkadaşları yargılanmaktan kurtuldu.
Bu olaydan anlaşılıyor ki II. Abdülhamit devrinde bu kadar hür ve bağımsız hareket edebilen hâkimler ve adalet bakanları vardı. Üstelik bu adalet bakanı 1895 yılından itibaren yıllarca adalet bakanlığı yaptı. Sadrazamlığı kabul etmedi. 1908’de kendi isteğiyle emekliye ayrılınca, padişahça kendisine teklif edilen ömür boyu âyân (senato) üyeliği görevini de kabul etmedi.
Halbuki bize, genç nesillere, tarihimiz anlatılırken, yıllarca II. Abdülhamit devri ne kadar da kötülenmişti. Anlatılanlara göre o devirde hak, hukuk, adalet yoktu. Haksızlık, zulüm, jurnal vardı. Halbuki, Hüseyin Cahit gibi II. Abdülhamit aleyhtarı bir yazarın hâtıraları bile, bunun yanlış olduğunu çarpıcı örneklerle ortaya koyuyor. Bu yüzden tarihimize bir daha dikkatle bakmada ve bu tarihi yaşayanların şahitliğine de başvurarak o devirleri, o devirler ve şahsiyetler hakkında verilen hükümleri, tekrar gözden geçirmemizde sayısız fayda var.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebî Hâtıraları, sırf bu açıdan bile ibretle okunması ve ders alınması gereken örneklerle doludur.
Faydalanılan kaynaklar:
1. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî Hâtıralar, İstanbul, 1935.
2. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları (Basıma hazırlayan Rauf Mutluay), İstanbul, 1975.
3. Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, İstanbul, 1969.
4. Ruşen Eşref Ünaydın, “Hüseyin Cahit Yalçın”, Diyorlar ki (Basıma hazırlayan Şemseddin Kutlu), Ankara, 1985.
5. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri I, 3.b., Ankara, 1979.
6. Yusuf Ziya Ortaç, “Hüseyin Cahit Yalçın”, Portreler, İstanbul, 1963. 

Fatih BAĞCIOĞLU Yağmur Dergisinden Alınmıştır (Sayı 34)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..