Başkalarını tam bilemem ama
çocukluğumdan hayatıma ve şahsiyetime tesir etmiş pek çok söz, şahıs ve hâdise
vardır. Unutamadıklarım diyebileceğim, rûhuma sinmiş, hayatımın köşe
taşlarından birisi de ilkokul yıllarında ablamın elindeki kitabın arka kapağında
gördüğüm ve uzun uzun bakıp “Kesinlikle bu adamın matematiği çok iyidir.”
dediğim; yuvarlak, siyah çerçeveli gözlüğü olan, büyük bir kafa ve zekâ
fışkıran gözlerden mürekkep bir fotoğraf… Kitap yazdığına göre büyük bir
adamdı. O fotoğraf çocuk dimağıma öylesine nüfûz etmişti ki, gözlerim ne
hikmetse o günlerde bozulmuş ve acilen gözlük almamız lâzım diye ortalıkta
dolaşmaya başlamıştım. Tabii ki kimse inanmamıştı ve “Tommiks, Teksası az oku
geçer!” diyerek beni en zayıf yerimden vurmuş ve bir daha bu bahsi açmamamı
sağlamışlardı. Ama o fotoğraftaki adamın zekâ fışkıran, alaycı bakışlarını ve
yuvarlak, siyah gözlüklerini asla unutamadım.
Ortaokul
yıllarında tesadüfen kütüphaneden aldığım ve yazarını “Server Bedii” olarak
bildiğim Cingöz Recâi romanları, Kemâlettin Tuğcu hikâyelerinin yanına ilâç
gibi gelmişti.
Bir yaz
günü kütüphanecinin “Al bu da senin adamın kitabı!” diyerek verdiği “Yalnızız”
romanı Peyami Safa ile Peyami Safa olarak ilk ciddî karşılaşmamızdı
diyebilirim. Romanı epey evirip çevirdikten sonra okumaya başladım. Okudukça
romandaki kahramanların diyalogları ve bilhassa Samim karakteri ve onun hayâl
ülkesi “Simeranya” bana o kadar tesir etti ki, hemen 120 sayfalık çizgili bir
defter bulup günlük tutmaya ve yazılarımda en üst perdeden ahkâm kesmeye
başlayıverdim. İnsanları tahlil etmeye ve görünenin arkasındakini kurcalamaya
da o yıllarda başladım.
Peyami
Safa’yı biliyordum ancak tanımıyordum. Hakkındaki bilgim bir fotoğraftan
ibaretti. Lise yıllarında imkânsızı başaran insanlar beni daha çok etkilemekteydi.
Bir adam büyükse hayat hikâyesi de büyük olmalıydı. Onlar büyük adamlardı
hayatları da sıradan insanlardan farklı olmalıydı.
Bir gün
Tercüman Gazetesinde Peyami Safa’nın resmini görünce merakla, hakkındaki yazıyı
okumaya başladım. Yazı bittiğinde sadece derin bir nefes alıp “Vay beee ne
adammış!” diyerek gazeteye elimin tersi ile vurduğumu hatırlıyorum. Beni en çok
etkileyen ise okulda bizi perişan eden Fransızcayı Abdullah Cevdet’in sünnet
düğününde hediye ettiği Petit Larousse’dan kendi kendine öğrenmiş olmasıydı.
Lise yıllarının havailiği içinde arkadaşlarıma okuduklarımı satma telâşı ile
durmadan anlatmam ve herkesin ağzı açık dinleyerek bunları nereden biliyorsun
sualleri karşısında siyah çerçeveli, gözlüklü adama daha da yakınlaşmıştım.
Şair-i Mâderzat’ın Oğlu “Yetim-i
Safa”
Peyami Safa mazeret kelimesini anlamsızlaştıran ve mazeretlere sığınmayı alışkanlık hâline getirenlerin asla okumaması gereken bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Oscar Wilde “Dehâmı hayatıma, kabiliyetimi eserlerime verdim.” der. Peyami Safa’nın hayat hikâyesini ve eserlerini okuyan bir kişinin söyleyeceği söz herhâlde şu olur: “Dehasını hayatına ve eserlerine vermiş.”
Peyami Safa mazeret kelimesini anlamsızlaştıran ve mazeretlere sığınmayı alışkanlık hâline getirenlerin asla okumaması gereken bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Oscar Wilde “Dehâmı hayatıma, kabiliyetimi eserlerime verdim.” der. Peyami Safa’nın hayat hikâyesini ve eserlerini okuyan bir kişinin söyleyeceği söz herhâlde şu olur: “Dehasını hayatına ve eserlerine vermiş.”
Onun
hayat hikâyesi inanılacak gibi değildir. Her şeyden önce azim ve gayretiyle,
birden çok alanda okulsuz, hocasız kendi kendini yetiştirmesi takdire şayandır.
Belki hayatını roman olarak yazmış olsaydı, okuyanlar roman işte ne olacak der,
inanmazlardı. Peyami Safa, Muallim Naci’nin ‘Şair-i Maderzat’ [Anadan doğma
şair] dediği Servet-i Fünûn şairlerinden İsmail Safa’nın oğlu olarak 1899’da
İstanbul’da doğmuş… Sivas’a sürgüne gönderilen babasının ve daha sonra da
kardeşinin on ay içerisinde arka arkaya ölmesi üzerine iki yaşında yetim
kalmış. [1901] Babasız büyümenin zorluğu yanında, sekiz dokuz yaşlarında
yakalandığı bir kemik hastalığı sebebiyle 17 yaşına kadar, bu hastalığın fizikî
ve rûhî bunalımlarını yaşamış. Bu hastalık sebebiyle sol kolu sakat kalmış,
ancak, o bunu da sanata çevirmeyi bilmiş “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı
romanla bu meşum hatırayı edebî bir esere dönüştürmüştür.
Hastalıklar
ve savaş şartlarındaki fakirlik gibi sebeplerle mektepli tahsil hayatı sona
ermiş, tek talebeli ve tek hocalı Peyami Safa mektebi yılları başlamıştır.
Simyacı
isimli kitabı okuduğumda bende kalan en çarpıcı cümle insanların tanışırken
birbirlerine “Senin hikâyen nedir?” diye sormalarıydı. Senin hikâyen nedir?
Hakikatte herkesin bir hikâyesi var. Hepimiz kader denilen şahsî
hikâyelerimizin yazarı ve kahramanı değil miyiz? Dolayısıyla milyarlarca hikâyenin
varlığı ve her insanın ayrı bir hikâyesi olduğu düşüncesi insanı
şaşırtabiliyor. Ancak, dinlenmeye değer olanı kaçta kaçıdır acaba? Hele insanı
şaşırtacak ve “hadi canım sen de” dedirtecek olanı kaç tanedir?
Tarihe
mâl olmuş insanların hikâyeleri hep merak edilir. Büyük adamların hikâyeleri
sokaktaki vatandaşın hikâyelerinden farklı ve de normalin dışında bir hikâye
olmalıdır ki, büyük hikâye olsun. Büyük denilen adamların çoğunun hikâyesi
aslında büyük değildir ve çoğunun hikâyesi abartılmış, büyük gösterilmeye
çalışılmış hikâyelerdir. Hikâyesi ile beraber arkada bıraktıkları da büyük
olanlar ise çok daha azdır. Bu kategoriye giren ve beni en çok
heyecanlandıranların başında “Devam edin; sanatı yalnız uygulamayın onun
kalbine nüfûz edin; bunu hak ediyor, çünkü sadece sanat ve ilim insanı ilâhî
olana yüceltebilir.” diyen ünlü bestekâr Beethoven gelir. Sağır olmasına rağmen
geride bıraktığı eserler muhteşemdir. Sese dayalı bir sanatta duymadan
şaheserler vücuda getirmek inanılacak gibi değil.
İşte
bizde de hayat hikâyesi ve eserleri gerçekten müthiş diyebileceğimiz çap ve
muhtevada olan bir isimdir Peyami Safa. Romanları kadar hayatı da öğretici ve
daha önemlisi ibret ve şevk verici bir eser gibidir. 3 Kasım 1959 tarihli
Tercüman gazetesindeki yazısında “Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün
çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücâdele
içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz, parasız ve tahsilsiz kaldım. Orta sekizden
yukarı okul görmedim. Hastalık, cehâlet ve sefâlet ejderleriyle boğuştum.”
diyerek roman olabilecek keyfiyetteki hayatını özetlemektedir. Hayatı
imkânsızlık, çaresizlik ve muvaffakiyet kelimeleri ile hülâsa edilebilecek bir
dehânın insana menfî gibi gelen durumları başarıya nasıl çevirebildiğini ise şu
sözlerinden öğreniyoruz: “Başarmak için, korku da, ümit de şarttır. İnsana
fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez.”
Muharrir-i Mâderzat Peyami Safa
Umûmiyetle ünlü ve başarılı babaların evlatları babalarını aşamamışlardır. Bunun istisnalarından birisi şüphesiz ki, Peyami Safa’dır. Servet-i Fünun şairlerinden İsmail Safa’nın, Şair-i Mâderzatın oğlu Osman Peyami Safa bugün edebiyatımızda babasından daha büyük bir yere sahiptir. Nitekim Yahya Kemâl de “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami Safa’dır.” sözleri ile bu hükme işaret etmiş olmaktadır.
Umûmiyetle ünlü ve başarılı babaların evlatları babalarını aşamamışlardır. Bunun istisnalarından birisi şüphesiz ki, Peyami Safa’dır. Servet-i Fünun şairlerinden İsmail Safa’nın, Şair-i Mâderzatın oğlu Osman Peyami Safa bugün edebiyatımızda babasından daha büyük bir yere sahiptir. Nitekim Yahya Kemâl de “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami Safa’dır.” sözleri ile bu hükme işaret etmiş olmaktadır.
Peyami
Safa yazarlığa 13 yaş gibi küçük denebilecek bir yaşta başlamıştır. İlk
yazdıkları, hikâyedir. Yazdıkları kısa bir sürede satılır. Çünkü kitapları
siyah bir kâğıtla kaplayıp üzerine şöyle yazar: “Sakın Bu Kitabı Okumayın!”
Peyami Safa ile Türk edebiyatı sosyalist, pozitivist, rasyonalist, milliyetçi,
liberal, korporatist, muhafazakâr, antikomünist; gazeteci, romancı, hikâyeci,
polemikçi, resim ve müzik eleştirmeni kimliklerinin hepsini birden üstünde taşıyan;
parapsikoloji, mistisizm, ispitirizma, tıp, psikoloji, felsefe gibi pek çok
sahada uzmanlaşmış ya da malumat sahibi olan çok yönlü bir yazar kazanmıştır.
Felsefeci Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç’u pes ettirecek kadar felsefeye, ünlü
Psikiyatrist Prof. Dr. Ayhan Songar’ı hayrete düşürecek kadar psikoloji
bilgisine ve Nazım Hikmet’le söz dalaşına girecek kadar da şiire hâkimdir.
Peyami
Safa’nın en önemli hususiyetlerinden birisi de kalemiyle geçiniyor olmasıdır.
Diğer yazar ve şairlerin düzenli ve maaşlı başka işleri varken, o kalemi ile
geçinen belki de tek yazardı. Bu sebeple beş yüz civarında ve değişik türde
esere imza atmıştır. Beş yüz rakamı muazzam bir rakamdır. Ancak, Peyami Safa
yaşamak için yazmak mecburiyetindeydi. Öyle ki, yazarak geçimini sağlamak
mecburiyetinde oluşundan halkımızın ilk “Güzin Abla”sı da Peyami Safa olmuştur.
Haftalık “Yeni Hayat” dergisinde “Aramızda” isimli köşesinde, “Adem Baba”
müstear ismiyle, ilk “dert” köşesini hazırlayarak kendisine gelen mektupları
cevaplamıştır.
1940
yılında Cahit Sıtkı Tarancı’ya söylediği şu sözler yaşamak için yazmak
mecburiyetinde olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır: “On dokuz senelik yazı
hayatımda, bu cemiyet bana bir hafta istirahat hakkı vermemiştir.”
Piyasaya
para için yazdıklarına başka pek çok müstearın yanında en fazla benim müsveddem
dediği “Server Bedii” imzasını atmıştır. Kendisine, “ServerBedii’yi tanır
mısınız?” diye sorduklarında, “Ooo! Tanımam mı onun evinde oturuyorum!”
demiştir. Bu kadar çok yazmasına ve yazdığı gazetelerin tirajları onunla
beraber artmasına rağmen o asla fakirlikten kurtulamamış, hatta eşi Nebahat
Hanımı Avrupa’ya tedaviye götürürken eserlerinin telif haklarını yok pahasına
Garbis Fikri’ye satmak zorunda kalmıştır. Hâsılı Peyami Safa yazdıklarının
sayısı kadar çeşitliliği ile de insanı hayrete düşürmekte ve “Muharrir-i
Maderzat” unvânını hak etmektedir.
Mektep Roman Ya Da Eğlendirirken
Düşündürmek
Peyami Safa’nın romanları asla eğlencelik değildir. Okurken ne güzel vakit geçiriyorum diyenler bir müddet sonra beyin dişlilerinin sesi ile irkilebilirler. Romanlarının her satırında gizli bir iddia ve romanın bütününe sinmiş bir dava vardır. O günün şartlarındaki bilgileri taşıyan cümleleri ise günümüzde aksi ispatlanmadı ise bir uzmandan dinlemiş gibi rahatlıkla kullanabilirsiniz. Daha da önemlisi bir süre sonra psikolog edasında ahkâm kesmeye başlayabilirsiniz. Romanları tam bir fikir kumkumasıdır ve satır aralarında ciddiye alınması gereken hükümlere ve karşılıklı entelektüel tartışmalara sıkça rastlayabilirsiniz. Romanın eğitmek gibi genel bir maksadı olmasa da onun romanları bu misyonu üstlenmiş gibidir. Romanlarındaki kahramanlar bir zümrenin ya da bir fikrin müdafi olarak karşımıza çıkar. Her romanda düşünen, filozofik bir kafa mutlaka vardır.
Peyami Safa’nın romanları asla eğlencelik değildir. Okurken ne güzel vakit geçiriyorum diyenler bir müddet sonra beyin dişlilerinin sesi ile irkilebilirler. Romanlarının her satırında gizli bir iddia ve romanın bütününe sinmiş bir dava vardır. O günün şartlarındaki bilgileri taşıyan cümleleri ise günümüzde aksi ispatlanmadı ise bir uzmandan dinlemiş gibi rahatlıkla kullanabilirsiniz. Daha da önemlisi bir süre sonra psikolog edasında ahkâm kesmeye başlayabilirsiniz. Romanları tam bir fikir kumkumasıdır ve satır aralarında ciddiye alınması gereken hükümlere ve karşılıklı entelektüel tartışmalara sıkça rastlayabilirsiniz. Romanın eğitmek gibi genel bir maksadı olmasa da onun romanları bu misyonu üstlenmiş gibidir. Romanlarındaki kahramanlar bir zümrenin ya da bir fikrin müdafi olarak karşımıza çıkar. Her romanda düşünen, filozofik bir kafa mutlaka vardır.
Dehâsını
hayatına verdiğini söyleyen ve dehâdan toplum kurallarının dışına çıkarak
marjinal bir hayat yaşamayı anlayan Oscar Wilde’ın ya da “Beni görmezden
gelirseniz memnun olurum!” diyecek kadar insanlardan uzak ve korkak Kafka’nın
aforizmaları yanında Peyami Safa’nın “Bir Akşamdı” romanında geçen aforizma
keyfiyetindeki seçilmiş şu cümlelerin mukayesesini okuyuculara bırakıyorum:
“Yalnız
kalmamak için evlenirler ve evlendikten sonra bekârlıktan daha yalnız kalırlar.
Çünkü evlenmek insanın kendi kendisi ile ikileşmesini men eder.” “Gözlerimizin
dalması demek, uyanık iken rüya içinde bulunmamız demektir. Fakat bu rüyanın ne
olduğunu hiç bilmeyiz.” “Uyanık için herkesin uyuması ne ızdırap. Herkesin ölü
olduğu bir yerde yaşamaya benziyor.” “Her kadın münâsebetinde ve bütün ihtiraslarda,
yolların nereye çıkacağını bilmek. İşte yaşamanın hüneri. Bütün yollar Roma’ya
çıkar. Bütün yollar bir noktaya çıkar. O nokta nedir? Sükûtu hayâl…” “Bazı
insanlarda aşklar bir küçücük temayülken en ufak bir mani ile karşılaştığında
tutkulu bir aşka dönüşür.”
“Malik
olmak âdetinin yanından ayrılmayan bir ızdırap da vardır. Mahrum olmak korkusu.
Saadetin peşi sıra giden bu ızdıraptır ki, genellikle, duyduğumuz tatların
tadını kaçırır ve saadetle felaket, hazla keder arasındaki var olduğu sanılan
hududu siler.”
“Her
ölü büyük bir şahsiyettir. Her ölü üstünde artık biz insanların hiçbir
tesirimiz kalmamıştır, onlarsa bizim üstümüzde, biz ölünceye kadar tesirli
olabileceklerdir.”
“Sevgililikte
bazen yalnız kalarak insan, kendini başkasında kaybolmaktan kurtarır.”
“Asrımızın
en büyük özelliklerinden biri alışkanlıklara olan düşmanlıktır. Eskiler itiyat
da zevk bulurlardı. İtiyada savaş açan ilk asır budur ve bu saldırı
rönesanstakini de geçer”. “Mazi gelecekten daha meçhuldür.” “Saadetten mahrum
olma korkusu saadetin felaketidir.” “Zekâmız kelimeleri sevdiği kadar, kalbimiz
bundan nefret eder. Susarsınız, susarım anlaşırız. Hiçbir duyguya isim
verilemez. Kendilerine birer ad taktığımız duygular, şuurumuzda kabuk bağlamış,
aklileşmiş ve kalple ilişkisini yitirmiş kalp unsurlarıdır.” “İtimat şüphe
kadar zorbadır. Rûhta hâkim olduğu zaman rakibine nefes aldırmaz.” “Mesut olup
olmadığını düşünmemek saadettir. Evlilik beyazdır, üzerine her rengi
sürebilirsiniz.”
Cahit
Sıtkı Tarancı’nın, Peyami Safa’nın romancılığı hususunda söylediği şu cümleler
de yukarıdaki tezi destekler mahiyettedir: “San’atla hayatın bu içli
dışlılığını, birbiriyle bu daimî alışverişini Peyami Safa kadar anlayan ve her
yeni eserini bu anlayışın mukni bir vesikası olarak önümüze süren bir başka
Türk romancısı tanımıyorum.”
Nurettin
Topçu ise “Güneşi karartmak isteyen kaba saba bulutları en hafif temasıyla
sıyırabilen tenkit kudreti, neşir hayatımızı iptidâîlikten koruyucu bir
kuvvetti. Saf dogmatiklerin karşısında üstad bir sofist, anarşizmin karşısına
dikilmiş bir Volter’di. Safderunlar arasında istihfaf gören komünizm
tehlikesinin bir zehirli kılıç gibi her an başlar üstünde durduğunu idrâk eden
keskin görüşlü milliyetçi nesli mukaddesatının kapısında uyanık tutan ikaz
sadası oldu.” sözleriyle Peyami Safa’nın yazarlığındaki çok yönlülüğü ve
kaleminin kudretini vurgulamaktadır.
Necip
Fazıl ise kadim dostu Peyami Safa’nın arkasından şunları yazmıştır: “Kafası
vardı, kültürü vardı, cümlesi vardı, üslûbu vardı, meselesi vardı, iç dünyası
vardı, hafakanları vardı, çilesi vardı, metafizik arayıcılığı vardı, imânı
vardı, şüpheleri vardı, nefs murâkabesi vardı, estetiği vardı, diyalektiği
vardı, cesareti vardı, hâsılı bir fikir ve sanat adamına gerekli vasıflardan
payı vardı. Onun yokluğunun, ölüm tarihi olan bu gün, bu vasıfların yokluğunda
seyrediyoruz.”
Peyami
Safa bu kadar çok yazmak zorunda kalmasaydı ya da onun da “Babasının Bavulu”
olsaydı, kim bilir, belki de daha büyük eserlere imza atacaktı. Kendisi
durmadan değişik konularda yazmak mecburiyetinde oluşundan dolayı romana ve
romanlarına yeterince zaman ayıramadığından her zaman şikâyet etmiştir. Ancak,
biraz hüzünlü de olsa sevindirici olan, bugün Peyami Safa’nın “9. Hariciye
Koğuşu” ve “Fatih Harbiye” romanları 250 biner adet basılmakta ve en çok
satanlar listesinde yer almaktadır.
Ünlü
bir marksiste; “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık.”
dedirtecek kadar kudretli bir kalem ve sıra dışı bir şahsiyetle aynı dili
konuşmanın verdiği gururun yanında yaşadıkları sıkıntı ve çileler de bir o
kadar utandırıyor insanı. Peyami Safa hayatı boyunca acıların adamı olmuştur.
Bir baba için katlanılması çok zor olan evlat acısını da yaşamıştır. Tek evladı
olan Merve Safa askerliğini yaparken Erzincan’da Hepatit hastalığından vefat
etmiştir. [27 Şubat 1961]
…Ve 15
Haziran 1961 tarihinde de “İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” hükmü Peyami
Safa’yı acılarından, kavgalarından ve bizlerden almak üzere tecelli etmiştir.
Ölüm anını Gökhan Evliyaoğlu şu şekilde anlatıyor: “Her zamanki gibi düşünüyordu.
Ölen rengiydi sadece. Ömrü boyunca bıkkınlıkla sebatın mücadele ettiği o yüz,
bütün çizgilerini huzur gölgelerine terk etmişti. Düşünen bir baş. Vücudu zaten
yok gibiydi yalnız ızdıraplarının ağırlığını taşıyordu.”
Rahmi Şeyhoğlu -Yağmur Dergisinden Alınmıştır
(Sayı 39)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..