Mehmet Akif’in cenazesine katılan az sayıdaki meşhur sima arasında Yahya
Kemal’in de olacağını tahmin edemezdim.
Oysa, Şemsettin
Günaltay, Fazıl Ahmet Aykaç ve Tahirül Mevlevi gibi o da Akif’e vefa borcunu
ödemek üzere Bayezit Camii’nin avlusuna gelmişti. Burada şaşırtıcı olan bunlar
değil. Benim gibi pek çok okur ve elbette edebiyat tarihi için son derece
kıymetli bu bilgiyi, bir polis raporundan öğrenmiş olmamız. Yusuf Çağlar
dostumuzun ulaştığı ve geçen pazar günü Zaman’da yayımladığı belgeye göre;
Akif’in sağlığında peşini bırakmayan polis, cenazesinde de iş başındaydı.
Hafiyeler, şairi uğurlamak üzere gelenleri ve cami avlusunda konuşulanları
kayda geçirmiş, valiliğe rapor etmişti.
Şu durumda
hepimizin, o polislere ve onları cenazeye gönderen ‘irade’ye teşekkür borcumuz
var, öyle değil mi! Yoksa Yahya Kemal’in, Akif’in cenazesine katıldığını
nereden bilecektik? Böylece, polisin edebiyat tarihinin boşluklarını doldurmak
gibi dolaylı bir vazifesi olduğunu da öğreniyoruz. Size şaka gibi gelebilir ama
tarihimizin son bir asrında devletin, gazeteci, şair, yazar ve sanatçılara
hayli yakınlaştığı, onların bütün mahremiyetine vâkıf olduğu acı bir gerçektir.
Cenazelere sivil
polis göndermek devlet geleneğidir bizde. Şair ve sanatçıların 1940-45 arası
yaşadığı baskının pek çok trajikomik örneğini anlatan Acılı Kuşak yazarı
şair-gazeteci Mehmed Kemal’den öğrendiğimize göre, Cahit Sıtkı’nın, Orhan
Veli’nin cenazesinde de polis eksik değildir. “Siviller cenazeye saygıdan
değil, fişlenecek yenilerini saptamak için gönderilirdi.” diyor Kemal.
‘Tehlikeli’ fikirlerinden dolayı Mehmet Akif’e dünyayı dar etmelerini
anlayabiliyoruz, gurbetteki hasta günlerinde, taze hava almak için çıktığı
gezintileri bile elçilikler marifetiyle takip etmelerini de… Hatta cenazesine
polis gönderip son vazifesini yapmak için gelenleri tek tek kaydettirmelerini
de anlıyoruz ama şu zavallı Orhan Veli’den, Cahit Sıtkı’dan ne istediler ayol,
dediğinizi duyar gibiyim.
Hiç, olur mu! Orhan
Veli basbayağı tehlikeliydi! Şiir yazıyor, üstüne üstlük, sakal bırakıp
Ankara’nın göbeğinde avare avare dolaşıyordu. Şiir ve sakal, rejimin korkulu
rüyasıydı o günlerde. Polis, Orhan Veli’yi adım adım takip ediyor, meyhanede
konuştuklarını bile kaydediyordu. Hatta bir keresinde o yokken, kaldığı otel
odasına girmiş, kitaplarını, yazılarını karıştırmış, otelciye de gözdağı verip
gitmişlerdi. Şair, sırf polisin tacizinden bıktığı için kendini İstanbul’a
atmıştı. Cahit Sıtkı’nın da günahı az değildi! Bir ara solculuğa meyletmiş,
Türkiye Gençler Derneği’ne üye olmuştu. Üstelik Nazım’ı öven şiirler de yazmış;
“En yavuz evlâdı bu memleketin / Nâzım ağabey hapislerde çürür.” gibi dizeler
söylemişti. Yetmez miydi!
Bizim devletin en
korktuğu şey, ‘yazı’dır, yazı derken şiir de dahil. Padişahı korkar,
İttihatçısı korkar, Halk Partilisi korkar, DP’lisi korkar, darbecisi korkar,
siyasal İslamcısı korkar. Bu yüzden iktidarlar her devirde yazarları,
gazetecileri ve sanatçıları en çok da şairleri tehlikeli bellemiştir. DP
1950’de iktidara geldiğinde önceki dönemde polisin şair, yazar ve aydınlar
hakkında tuttuğu dosyaları açıklamış, bunun kötü bir uygulama olduğunu, kendi
dönemlerinde böyle işlerin yapılmayacağını söylemiş fakat birkaç sene geçmeden
aynısını yapmaya başlamıştır. 1950-60 arası az zulüm görmemiştir şairler,
sakıncalı görülenlere pasaport bile verilmemiştir.
Mehmed Kemal diyor
ki, “İddia ediyorum, gizli polis arşivlerinde, bizim kuşağın sivrilmeye
başladığı yıllardan kalma ne kadar dosya varsa, hepsi şiire bulaşanlara aittir,
aklı başında biri bunu incelesin, beni haklı çıkaracaktır. Şiir, bu kadar
korkulan bir işin adıydı.”
Bugünküler de en çok
yazardan, sanatçıdan, gazeteciden korkuyorlar. Ha bire fişliyor, dinliyor,
işten attırıyorlar. Cümle âlemi alenî dinletip, ortaya çıkınca başkasının
kucağına atıveriyorlar. Peki, kimleri nerede, nasıl izliyor ve kayda
geçiriyorlar? Eh, hemen çıkmaz tabii. Ömrümüz yeterse öğreniriz bir gün. Bize
nasip olmazsa edebiyat tarihine geçer ki, büyük kârdır! Anlayacağınız, ‘acılı
kuşak’ bitmez bu ülkede. Değişen, acının sosu ve onu tadanlardır. Ama sonra bir
şey olur. Ne o cami avlularındaki, meyhanelerdeki polisleri hatırlar kimse, ne
de onların kudretli nâzırını!
Mehmed Kemal,
Sabahattin Ali ve Orhan Veli bir gün Kumkapı taraflarında, denize yakın küçük
bir mekânda oturmuş, konuşuyorlardır. Orhan Veli, bugün de herkesin kulağına
küpe olacak şu cümleleri söyler: “Bizim düşündüklerimiz ve yaptıklarımız, şu
gördüğün deniz gibidir. Denizi nasıl evlerle, surlarla görünmez ediyorlarsa,
nasıl evler, surlar zamanla yıkılıyor, deniz görünüyorsa, bizim yaptıklarımızı
da istedikleri kadar bizi sıkıştırsınlar, örtemeyeceklerdir. Yaptıklarımız,
kapamak isteyenler yıkıldıktan sonra deniz gibi ortaya çıkacaktır. Ancak biz
yaptıklarımızı iyi yapalım, ortaya çıktığı zaman gelecek kuşaklar, eziyete
değmiş, desinler. İyi yaptıksa, bize eziyet edenler unutulacak, yaptıklarımız
deniz gibi, denizin mavisi gibi sevilecektir.”
İşte bunun içindir
şiirden, yazıdan ve sanattan korkuları.
Ali Çolak-Zaman
Gazetesi-10.01.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..