11 Aralık 2010 Cumartesi

Yahya Kemal ve Medeniyet Buhranı Edebiyatı

Tanzimat'tan Günümüze Türk Edebiyatı, Batı Tesirinde Türk Edebiyatı, Modem Türk Edebiyatı, Türk Teceddüt Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, gibi adlarla anılan son yüzelli yıllık edebiyatımızın en mühim vasıflarından biri de şiddetli bir arayış, bunalım ve buhrandır. Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar bu devir edebiyatına "Medeniyet Buhranı Edebiyatı" adını verir.

Gerçekten de son yüzelli yılda, yani Tanzimat'tan bu yana Türk toplumunun içtimâi, siyasi, iktisadi yapısında büyük değişiklikler meydana gelmiş, cemiyet bu değişikliklerle birlikte büyük sarsıntılara sahne olmuştur. Bu sarsıntıların en büyüğü Türk aydının inançlarında görülmüş, bu devirde aydınımız bin yıllık inançlarından yavaş yavaş uzaklaşmış, bu uzaklaşma çeşitli buhranlara sebeb olmuştur.

Yahya Kemal'in aşağıdaki "Ezansız Semtler" adlı yazısı, cemiyetin inançlarındaki bu değişikliği aksettirmesi açısından çok mühimdir.

"Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynıyan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlığın çocukluk rü'yâsını nasıl görürler?

İşte bu rü'yâ, çocukluk dediğimiz bu müslüman rü'yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bu günkü Türk babalan havası ve toprağı müslümanlık rü'yâsı ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'ân'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullâh'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan san sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir'leri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayâta girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocuklan büyük bir ekseriyetle yine müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güze! rü'yâsını göremiyorlar. Bu çocuklann sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki; ileride alafranga hayat, Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.

Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, aşmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o kesimi imâna gelirdi; Beyoğlu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri, bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler müslüman ruhundan âri, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız bir de Kadıköy'e; Üsküdar'ın yanında Kadıköy Tatavla'yı (*) andırır. Eski Türklerin ruhlan ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peydâ olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler, uzağa değil Balkan Devleti eri'nin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ari değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kâfileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmiyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kâfileye iltihâk edeceğiz; yeni tarzda yaşayışla, cedlerimizin diyânetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşidler, şâirler, edibler, hatibler yetişmedi fakat, gayet tabii bir gidişle büyük kafileye kendi kendimize döneceğiz.

Dinsizliğin kayıtsızlığın aksülâmeli başladı bile. Çocukluktan beri diyânet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu hislerini itirâf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamâmiyle iltihak edeceğimiz zaman da bizi birden tanımıyacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük.

Biz ki minâreler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlıyamıyacaklar!" (1)

Yahya Kemal bu yazısında, atalarımızın her gittiği yere İslâm'ı ve İslâm'ın bütün güzelliklerini nasıl götürdüğünü, çevrelerini imanın nuruyla nasıl aydınlattıklarını, gittikleri yerlerin onlarla âdeta hayat bulduğunu anlattıktan sonra "biz bugünün Türklerinin" ise bu imandan, bu aksiyondan uzaklaştığımızı, "müslüman ruhundan âri, çorak ve kuru" yerlere yerleşip, fakat atalarımız gibi oralara kendi manevi havamızı veremediğimizi ve bu sebepten, bu yerlerde yetişen Türk çocuklarının mensubu bulundukları millete yabancılaşacaklarını anlatıyor.

Yahya Kemal'in bu yazısındaki çok dikkate değer bölümlerden biri de ezansız semtlerde değil, ezanlı semtlerde büyüyen Türk çocuklarının bile, Tanzimat'tan sonra nasıl içinde bulundukları cemiyete yabancılaştıklarını, nasıl onlardan uzaklaştıklarını gösteren bölümdür. Bizim yukarıda noktalar koyarak geçtiğimiz bu bölümde Yahya Kemal şöyle diyor:

"Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince kendi başıma câmiye doğru gittim. Vâiz kürsüde va'zediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini câmide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet—i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Va'zı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek—dil, yek—vücud olarak gördüm. O sabah müslümanlığa az âşinâ Büyükada'nın o küçücük câmii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemâati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camie gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti." dedi.
Hem geldiğimi hem bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla aydınlıktı."

Tanzimat'tan beri, bu cennet vatanda, "minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüyen" fakat "o mübarek muhitten" ayrılanlardan çok azı böyle "bir sabah namazında anne millete" tekrar dönebilmiştir. Dönemiyenler, dönmek isteyip de dönemiyenler de vardır. Meselâ, Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar. Cumhuriyet döneminin bu tanınmış romancısı, şâiri ve edebiyat araştırıcısının trajedisinin onun talebesi Prof. Dr. Mehmet Kaplan şöyle anlatıyor:

... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arapça bölümünde okutman olan İhsan Örücü'nün bana anlattığı küçük, fakat mânâ yüklü bir hatırayı zikredeyim: Bir Ramazan gecesi, Örücü, Tanpınar'ı Sultan Ahmet Camii'nin pencerelerinden âdeta başkaları tarafından tanınmaktan sakınarak içeri bakarken ve ağlarken görür."(2)
Bu trajedi sadece Tanpınar'ın değil, bir çok Türk aydının trajedisidir. Fakat daha acısı "bir sabah namazında anne millete" hiç dönmeyenler de olmuştur. Hatta yeni nesiller öyle yetişmiştir ki dönecekleri yeri hatırlayamamışlardır bile.
İşte Yahya Kemal yazısının son pragrafında bunu ve bunun sebebini ne kadar da güzel anlatır:

"Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlıyamıyacaklardır!"

Gerçekten de öyle olmuştur. Medeniyet buhranını derinden yaşıyan üç—beş nesil dönecekleri yeri hatırlayamamıştır. Fakat beşeriyet, tarihin hiçbir devrinde sabahsız gecelere şahit olmamıştır. Geceler uzun sürse de sabah mutlaka olmuş, şafak mutlaka sökmüş, güneş bütün parlaklığıyla etrafı aydınlatmıştır. Eğer Yahya Kemal yaşasaydı, ezansız semtlerde yetişen fakat yine de kalpleri, gönülleri, kafaları aydın nesillere şahit olacak ve gönlü her zamanınkinden daha aydın olarak, kuğunun son şarkısı kadar güzel olan şiirleriyle belki de onların destanını yazacaktı.

(x) Tatavla: Bugünkü Kurtuluş'un eski adı.
1) Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İst. 1974 S:121-124
2) M. Kaplan, Tanpınar'ın Şiir Dünyası, İst. S:16

Fatih BAĞCIOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..