TEMAS
"Ankara'ya gittim. Doğru Başvekâlet... Şimdiki Maliye Bakanlığının orta ve merkez kısmıyle sol yanı... Hususî Kalem Müdürüne kendimi haber verdim:
- Beyefendiyle görüşmek istiyorum!
Müdür, gözlerinde gizlemeye çalıştığı bir alâka, beni bekleme salonuna ve sıra halinde bekleyenlerin arasına uygun görmeyerek odasında alıkoydu. Etrafında bir iki hatırlı... Milliyet gazetesinin nefes darlığı çektiği ve "kalbi ha durdu, ha duracak!" hissini verdiği hengâmedir o devir; ve sahibi Ali Naci Karacan da oradadır.
İltifat buyurdular:
- Nasılsın, Necip Fazıl?
Yârenliğe hiç niyetim olmadığı için kısa kestim:
- Şükür...
Hûsusî Kalem Müdürü kâh telefonlardan birini açıp öbürünü kapıyor, kâh şaklabanlıklara gülüyor ve arada bir yerinden fırlayıp, elinde bir (bloknot) Başvekilin yanına giriyor. Arada boş ve loş bir salon var ve Hususî Kalem tarafındaki kapısı açık...
Bir aralık boş ve loş salondan, elinde dosya, kısa boylu bir adam geldi. Hususî Kalem Müdürü ve Ali Naci ayağa kalktılar.
Başvekilin yanından gelen, yardımcısı Samet Ağaoğlu...
Salondakilerin ellerini sıktıktan sonra bana döndü:
- Hayrola, Necip Fazıl?
- Beyefendiyi görmeye geldim.
- Niçin daha evvel beni aramadın?
- Böylesi daha iyi diye düşündüm.
- Eski dost çiğnenir mi?
- Eski dostun beni araması icap ederdi.
Samet, koluma girerek beni ara salona çekti:
- Gel, seninle şuracıkta bir iki dakika konuşalım!
Perdeleri örtülü, kocaman salonda, yanyana iki koltuğa yerleştik.
- Necip Fazıl, nedir niyetin? Adnan Bey gibi ben de muhatap olamaz mıyım isteklerine?...
Samed'e nasıl olsa Başvekilinden haberini alacağı için, kısaca maksadımı açıklamakta mahzur görmedim:
- Adnan Beyden, günlük gazete mevzuunda beni desteklemesini isteyeceğim.
Ağaoğlu bir an duraklayıp kaldı. Sonra kulağının arkasını kaşıyarak:
- Keşke iktidara geldiğimiz ilk anlarda bizi görseydin, dedi; şimdi bir müddet için kendini unuttursan daha iyi edersin!
Bu mahut (komplo) nun kimin tarafından tertiplendiğini ele veren korkunç bir itiraftı. Demek istiyordu ki:
- Kumar hâdisesi senin şöhretini zedeledi. Bir müddet bekle de olanları unuttur ve sonra meydana çık!
Daha doğrusu, Samet Ağaoğlu, (ideolog)u geçindiği Demokrat Parti fikir plâtformunda benim zuhurumu istemiyor, Adnan Menderes'i fikirle halkalayabilecek, şahsiyet farzettiği bir adamın meydan yerine dikilmesinden gocunuyordu.
Düşünemiyordu ki, benim ne Demokrat Partiye kapılanmam, ne de herhangi bir makama göz koymuş olmam ihtimal dahilindedir; ve eğer dâvâ, isim sahibi ve apayrı bir fikir adamının Menderes'i tutması diye ifade edilebilirse, ona, herkestten önce asıl kendisinin yardımcı olması lâzımdır.
Şöhretimizin zedelendiği imâsına gelince, bu, bizzat attığı merminin hedefe isabet ettiğini sanan, esrarkeş bir topçunun hayalinden ibaret...
Samed'in bu sözünden alınmış görünmedim ve teşebbüsümü sonuna kadar götüreceğimi, kendisinin de bana yardımcı olması icap ettiğini söylemekle yetindim.
- Sen bilirsin!
Deyip kalktı ve sol tarafa doğru, Adnan Beyin âlakasını gördükten sonra içinde beni defalarca kabul edeceği ve hiçbir yardım ve arkadaşlığını esirgemeyeceği odasına çekildi.
Boş ve loş ara salonda kendi kendime düşünüyorum:
Bunlar ne taktirsiz adamlar!.. Daha işin başında, kodoman gazetelerin "besleme" diye yaftaladığı bir takım gazeteler türemişlerdir. Bunları çıkaranların, karartma emri verilince hemen piyasaya siyah karton kâğıtlar süren Yahudi bezirgânlardan farkları yoktur, tek hırsları çimlenmektir ve ne isim, ne fikir, ne eser, ne çile, ne dâva malik bulundukları hiçbir liyakat sıfatı mevcut değildir. Bunlarla, bir muharrir arasında, köyde, diş çeken berberle, üniversitede ders veren diş hekimi profesör farkı vardır; fakat heyhat ki, burada köylü yeni iktidar ve bu hali teşvik edense, sıfatının sonu küçültme edatiyle biten bir muharrir, yani bir muharrircik de olsa eli kalem tutar bir kimse, Samed Ağaoğludur. Önümden bir kaç kere geçerek Başvekilin yanına girip çıkan Hususî Kalem Müdürü bir defasınde, yüzü gayet tatlı bir tebessümle, ışıklı, kapıyı aralık bıraktı ve :
- Buyursunlar, Necip Fazıl Bey, dedi; Başvekil sizi bekliyorlar!
BAŞVEKİL
Başvekil odasına girer girmez, odayı, Recep Peker zamanında gördüğüm şekle zıt biçimde buldum. Yazı masası karşıya geçirilmiş ve daha evvel pencereye solunu vermişken bu defa sağını vermişti. Boşalan yere de büyük ve yuvarlak bir yer masası etrafında muhteşem koltuklar serpiştirilmiş...
Ayakta, yer masasının etrafındaki koltuklardan birinin arkalığına dayanmış, ilk bakışta 45 yaşını aşmadığı hissini veren (halbuki 52) yaşında, yüzü ve elbisesi ütülü, şıklığı bir tokmak gibi kafaya çarpan bir insan... Çok şekerli, baldan tatlı bir tebessümle bana yer gösterdi:
- Buyurun!
Ve yanıma oturdu.
İlk göze çarpan, intizamla arkaya taradığı, kızıla meyyal kestane rengi saçları ve giyiminin düğüm noktası şeklinde, sütbeyaz dik yakası.. Eski Prusya zabitlerinin dik yakalarına benzeyen bu şeklin altından nefis bir (sulka) kravat sarkıyor. Tek düğmesi ilikli (kruaze) ceketini oturma vaziyetinde kaplayan buruşuklarsa kesimindeki zarafeti saklayamıyor. Bazı insanların katran cilâlı at tırnakları gibi boyatıp göze sokarcasına ön âlana diktiği iskarpinleri de hem biçimli hem de iddiasız...Gayet kısık, derinlerden gelen bir sesi var:
-Sizi çok merak ediyordum. Görüştüğümüze memnun oldum.
Misafirini yazı masasının başında kabul etmeyip, hususî oturma köşesinde onunla yanyana mevki almanın Avrupalı usulünü bilen Menderes, beni dinlemek istediğini belirtircesine, aynı şekerli tebessümle yüzüme baktı. 10 yıllık iktidarı boyunca bütün görüşmelerimiz 10 defayı geçmeyen Menderes'le yalnız iki esaslı görüşmem olmuştur. Biri başta, ilk karşılaşmam olarak bu konuşma, öbürü de sonra, ihtilâl dedikleri işten bir kaç gün önce sabahın beşinden dokuzuna kadar süren son konuşma.. İkisi da birer büyük nefs ve dünya muhabesinin saatlerce süran sahneleri..
Başladım döktürmeye:
Halk Partisi... Yalanı ve gerçeği ile inkılâp... Türkün çürütülmek istenen ruh kökü... Ruhta ve maddede harap bir vatan... Demokrat Parti... Tabiî ve bünyevî muvazaa mahkûmiyeti. Muvazaayı kaldırmanın tek şartı, Halk Partisi rejimini yekûn halinde ele almak ve temelinden devirmektir. Demokrat Parti güdücüleri ve Celal Bayar. Bayar'ın bağlı ve karşı olduğu müsbet ve menfi kutuplar... Madde imarının yanında ve daha büyük çapta ruh imarına ihtiyaç..
Menderes'in balçık kümesini parmaklarında yoğuran bir heykeytraş gibi partisine vermekle mükellef olduğu şekil... Arkadaşları arasında tezat.. Allah onu "ya ol, ya öl!" diye yaratmıştır. (Büyük Doğu'nun 1959 devresinde çıkıp Yassıada faciasından sonra birçoklarının camlatarak duvara astığı yazı) ve o, mutlaka iki kutuplu ulvî memuriyetini yerine getirmek borcundadır. Bunun için, işporta malı, dili üç beş hırıltıdan ibaret, çilesiz, meselesiz ve ıztırapsız devrim gençliği yerine, murdar iliğiyle düşünmeyen, beyni, kan ve ateş dolu ve gerçekten yepyeni idealist bir gençlik yuğurmanın zarureti..
Bu muazzam bir maarif ve terbiye dâvâsıdır ve bu mevzuda en tesirli alet, besleme basın ve davulcu propaganda münadileri değil, ihlâs ve dâvâ sahibi bir gazetedir. Bu da, Büyük Doğu'dan başkası olamaz.
Menderes, yüzündeki çok şekerli ifadeyi zaman zaman büsbütün ballandırarak beni en aşağı birbuçuk saat dinledi. Sözlerimin bazı yerlerinde fikirlerimi gayet derin bir anlayışla takip ettiğini gösteren çehre hatları.
İlk cevabı âni bir sual oldu:
- Tevfik İleri'yi eskiden beri mi tanıyorsunuz?
- Hayır, Maarif Vekili olduktan sonra ve bir öğretmene ait bir iş vesilesiyle...
- Her halde çabucak anlaştınız!
- Anlaşma, ruhların uzun zaman bir arada pişmesiyle olur. Henüz bunun zaman ve mekânını bulabilmiş değiliz. Fakat daha ilk temasımızda, karşılıklı olarak birbirimizden en perçinli anlaşmanın ruh zeminini bulduğumuzu sanırım.
- Bana hakkınızda ilk tavsiye ondan geldi. Hattâ Ankara'ya evvelki gelişinizde Tevfik İleri bana telefon edip de evinde olduğunuzu söyleyince oraya gelmeyi bile düşündüm. Sonra vaz geçtim ve beni doğrudan doğruya aramanızı bekedim.
- Evet, Tevfik İleri o gün evine gelmeniz ihtimalinden bahsetti ama şüpheli olduğunu ve sizi doğrudan doğruya ararsam daha münasip düşeceğini söyledi.
- Tamam!... Ya Samet'le münasebetiniz?
- Onu eskiden tanırım. 1936'daki mecmuada yazılar yazardı. Fakat şimdi beni anlayacak ve dâvâmı tutacak biri olduğunu sanmıyorum. Meclis Kürsüsünden Büyük Doğu Cemiyeti aleyhindeki konuşması elbette malûmunuz...
Adnan Bey kaşlarına bir hayret şekli verip:
- Hayır, haberim yok!
Demez mi?
- Baskın hâdisesinin de onun elinden çıktığını sanıyorum!
- Zannetmem!
Daha bir hayli konuştuktan ve meşhur 54'üncü sayımızın onun içine yağ-bal olduğunu öğrendikten sonra, samimiyet ve halisiyet eksikliğinden âni bir havasızlığa düştüğüm Başvekil odasından çıkmak üzere ayağa kalktım.
Yüzü, baldan tatlı, ana dâvâmıza ait cevabını verdi:
- Büyük Doğu günlük gazete olacaktır. Tevfik İleri'yle temasınızı lütfen devam ettiriniz!"
GAZETE
"Günlük gazete halinde ortaya çıkar çıkmaz rengimiz hemen belli oldu: Dünyaya İslâm gözlüğünden bakan ve dâvasına Menderes'i kazanmak isteyen gazete... Evet, gayemiz sadece Menderes'i tutmak, onu Partisi içinde ve dışındaki düşmanlarına karşı müdafaa etmek... Kendisinde maya tutmasına çalıştığımız ruh hamurunun teknesinde Partiyi yekpâreleştirmesi ve tezatsız bir bütün haline getirmesi için çalışmak, böylece Demokrat Parti içinden, yepyeni ve milletçe özlenen halis ve Anadolu Türkünün ruh köküne dayalı teşekküle yol açmak...
Bu, büyük oyundur, gayet ince bir (strateji) ve (taktik) dehâsına muhtaçtır, Menderes de bu dâvâya istidatlıdır ve mukaddes gayemiz adına her fedakârlığa katlanıp tutulması gereken biricik yoldur. İşte, Menderes himayesinde çıkan Büyük Doğu'ların ancak bugün itiraf edilebilen olanca iç maksadı, vücut hikmeti!... Bu hikmet ölçüsüyle hayatımıza göz atanlar, ondan sağladığımız himaye ve yardımların bize ne büyük bir hak yönelttiğini, ona karşı nefsanî plânda en küçük bir pohpohçuluk zilletine düşmediğimizi, hattâ sırasında tutumundan acı acı yakındığımızı anlar ve bizi benzetmeye yeltendikleri "besleme" basından farkımızı görürler. Minareyle kuyu farkı... Adnan Beye el açanlar arasında bir nevi basın ne kadar suflî ise biz o kadar ulvî idik. Nitekim o, felâket günlerinde en acı darbeleri bu basından yedi ve Yassıada şahitliğinden başlayarak yegâne korunmayı bizim dilimizden ve kalemimizden gördü…"
MENDERES'E ÜÇ MEKTUP (1)
Sizi uzun müddet, hattâ Demokrat Parti kuruculuğunuz içinde, muayyen bir vâhid olarak tanıyamadım. Ne şube şube varlığınız, ne de kısım kısım yokluğunuz üzerinde bir teşhise varabilmiştim. Benim için, uzaktan, (hiç) gibi, (yok) gibi, (meraka değmez) gibi bir şeydiniz. Manevralarda askerlerin kullandığı, mücerret ve hepsi birbirinin aynı hedefleri andırıyordunuz. Sizi birçoğunun umumî ve hususî vasıflarını yakından tanıdığım bazı Demokrat Parti büyüklerinden ayırt edici bir hususiyet içinde görebilmem için, gereken delil ve emarelerden hiçbirine malik değildim. Muhakkak ki, siz, o zamanlar, doğrudan doğruya kendi öz rengini kumaşa hâkim kılmaktan çekinen, bir tohumun merkezindeki gizli mihrak halinde için için yaşıyan ve sert çizgili tezahür ifadelerinden kaçınan bir mizaca sahiptiniz. Bense, bu şartlara göre, sizi, Demokrat Parti içinde Demokrat Partinin olduğu gibi sanmakta mazurdum. Demokrat Partinin olduğu şeyse, nazarımda, -beni daima samimî bulacaksınız- kolaycı, ucuzcu ve seri malı bir muhalefetten üstün değildi. Aranızda, Ağaoğlu ve Karaosmanoğlu gibi nisbeten genç ve eski dostlarım, bir gün Maraş'da, sizi mutlaka yakından tanımam lüzumunu müdafaa ettikleri zaman hayli taaccübe düşmüştüm.
İktidarı, tasdik buyurursunuz, kendi müsbet kudretinizle değil, Halk Partisinin nerdeyse toprağı iki şakkedip kendisini yutmaya sevkedecek kadar derinleştirdiği menfî kudretiyle ele aldığınız zaman, sizi Başbakanlığa getiren muazzam isabet, partinizin, tâbiye ve sevkülceyş dehâsı olarak gösterdiği misilsiz bir buluş oldu. Hemen o andan itibarendir ki, telaşsız, nümayişsiz, rahat, emin, ve bilhassa hesap ustası şahsiyetiniz, pek cesur ve ileri bir ilk çıkıştan sonra, zaman ve mekâna göre parça parça kendisini göstermeye başladı. Müslümanlara, İslâm cemiyetinin namaza davet sesini (Agora) nidası halinde Allah kelâmının diliyle yükseltmekte serbest olduklarını gösterdiğiniz günden, İzmirdeki meşhur hitabenize kadar, göz yaşlarına boğulmuş, öyle ânlar geçirdik ki, ihtiyarsızca kendi kendimize sorduk:
"-Yoksa beklediğimiz kahraman bizzat Adnan Menderes midir?"
Bütün dünya ve insanlığı kuşatıcı ve hayatın her devresini muhasebe edici titiz dünya görüşümüze rağmen,o anda şahsınızın bize her şeyi vâdeder gibi olmuştu.
Fakat sonra, öyle şeyler gördük, öyle akibetlere çarpıldık, öyle eser ve tesirlere şâhid olduk, öyle hâl ve vaziyetlere dikkat ettik ki, sizi, Büyük İskenderin kestiği düğümden daha girift bir muamma farz etmeye başladık. Neydiniz; ilcaî mi, hercaî mi, sun'î mi, zamanîmi, yoksa hakikî mi, siyasî mi, hesabî mi, şuurî mi?
Bu hayretimizi geçen Büyük Doğularda ne samimî bir sesle fışkırttığımız ve sizi hâkim ruh vâhidinizle görünmeye davet ettiğimizi belki hatırlarsınız. Ne ince cilvedir ki, davetimizin ertesi günü Meclisteki beyanatınız, Ankara muhabirimiz tarafından telefonla verilir ve kısım kısım tarafımdan arkadaşlara okunurken, bütün bir Büyük Doğu kadrosu, yine göz yaşlarına battık ve size, yine bilmeniz gereken bağlılık nüshamızı takdim ettik.
Artık kanaat getirmiştim ki, siz, Demokrat Parti kadrosunda, zaman ve mekânı kollayıcı ve büyük küçük huzursuzluklardan kaçınıcı mizacınız gereğince, bütün bir bünye taklibini sindire sindire başarmak istiyen ve mensup bulunduğu umumî topluluğun bir kaç istikamete bölümlü hizipleri arasında çetin bir kulis ıstırabı yaşıyan, fakat bir simyacı gibi (doz)ları tanıyan ve nihaî terkibine güvenen ve esasta bu mahzun vatanın, bu öksüz milletin hasretini heykkelleştiren veya heykelleştirmeye namzet bulunan biricik şahsiyettiniz.
Sizinle doğrudan doğruya temasım, bundan evvelki günlük Büyük Doğuda şahsıma ve dâvama ihanet eden maddeci ortağımın fenalık kasdını en büyük iyiliğe döndürücü ilâhî bir sevkle oldu. Hâdiseler, kendilerini savunan keder rüzgârının emriyle, başka türlü siddin sene sizi aramak teşebbüsüme imkân olmadığı halde beni kollarınıza attı ve dâva adına biricik hayr ve muvaffakiyetin bu istikamette olduğunu gösterdi.
Geldim; ve dâvasını arz ve ifade ihtiyacına düşmüş insanın şahıs intihabındaki peşin emniyet ve kıymet ölçüsiyle sizi kendime ve kendimi size tam ve tesbit etmek istedim.
Sabit olan şuydu:
Siz, her parti alâkası dışında, Adnan Menderes olarak, bu vatanın şiddetle muhtaç olduğu ve en hassas dakikada başında bulduğu ender zekâ ve ruhlardan biriydiniz!
İkinci mektubumda izah edeceğim
18.5.1952
MENDERES'E ÜÇ MEKTUP (2)
Çeyrek asırlık devlet recüllerimize baktıkça, bunların fikir ve irfân sermayesi olarak temsil ettirdikleri fakr ve sefâlet karşısında dehşete düşerim. Kasırga eserken Okmeydanı gibi, bunlar, zekâ ve şahsiyet ölçüsüyle, acınacak derecede tenhadırlar; şahıslarında yokluğun rüzgâr ve ayazından hiçbir şeye rastlanamaz.
Umumiyetle, kendilerinden biraz daha zeki, bir parça daha açıkgöz ve bir derece daha şahsiyetli bir (şef)in etrafında halkalanmaktan ve o (şef)in nefsaniyet balonunu kokmuş nefesleriyle şişirmekten başka hünerli olmadığı ve hiç bir kafa çilesi çekmedikleri için esasen böyle olmaya mahkûmdurlar.
İşte siz bana, her şeyden evvel, bu 27 yıllık an'anneyi kendi kendisine değiştirici murassâ bir şahsiyetin sahibi göründünüz.
Hakkınızda, ilk ve peşin unsurlar halinde, sadece şunları biliyor; ve toplayıcı ana kıymetle buluştuğu takdirde, bunların, lehinizde ne büyük sıfatlar olacağnı düşünüyordum:
Evvelâ, Anadolu çocuğuydunuz!
(Mahutlardan bir çoğu gibi, zehirli Makedonya istikâmetinin Türk ve Müslüman isimli gizli misyonerlerinden veya ruhu çürümüşlerinden değildiniz.)
Sonra tam bir aile reisi tipiydiniz!
(Aile sahibi olmayan ve baba sıfatını taşımayan ebedî yalnızlardan değildiniz!).
En sonra, babadan oğula, meşrû ölçüyle zengindiniz!
(Türedilerin hemen hepsinde rastlanan müşterek icabı, iktidar makamına sadece menfaat ihtirasiyle göz dikmiş, doymak ve kanmak bilmez aç ve çıplaklardan değildiniz!)
İtiraf etmek lâzımdır ki, 27 yıldır, ana kıymetle buluşmadığı takdirde hiç bir şey ifade etmiyecek olan bu üç vasfın, herşeye rağmen birikisine malik, hiç bir hükûmet reisi tanımıyoruz.
Sizi gördüğüm zaman ise, birden bire, ruh ve zekâ, mizaç ve irfan, zerâfet ve şahsî uslûp bakımından müstesna, katiyen seri malına girmez bir insan karşısında bulunduğumu tasdik ettim.
Artık bütün mesele, bunca yıldır ve bu kadar titizlikle kitaplık hacimde mimarîleştirdiğimiz dünya görüşüne nisbetle sizin ruh vâhidinizi, temel ölçünüzü anlamak; ve manevî yüzüğünüzün çok kıymetli küçük taşlarını etrafında toplayan ana yüzük taşlarınızı kıymetlendirebilmekteydi. Yani, siyasî incelik ve manâ çevikliği noktasından da o kadar seyyal görünen ve bir türlü zapt ve tespit edilemiyen çehrenizi, olanca iç hakikatinizle billûrlaştırabilmek...
Körlerin muayene ettiği ve sırtına tırmananın dağa, kulağını tutanın şala, bacağına sarılanın ağaç gövdesine benzettiği fil, malûm… İşte ben fili, apaçık gözlerle ve bir bütün halinde görmek ihtiyacındaydım.
Henüz sizi tam gösterecek geniş bir fırsata nail bulunmadığım için, hükme varmış değilim. Fakat hükmünün, ancak merkezine taallûk edeceği şahsiyetinizi, bazı umumî ve hususî vasıflarıyle ve bilhassa imkân ve istidat ifadesiyle çözebilmiş bulunuyorum.
Bu noktayı, aslî noktaya olan hasretim ve nailiyet imkânımla beraber, üçüncü mektubumda bildireceğim.
19.5.1952
MENDERES'E ÜÇ MEKTUP (3)
Sizi, ilk defa, kitleyle karşı karşıya, İstanbul İl Kongresinde gördüm. Ve tek kelime: Hayran oldum.
Bendeki hayranlık duygusunun ne derecede nâdir olduğunu ortaya atıp, kıymetinizi kaba bir benlik senedine raptetmek istemem. Onu, kendi zatî oluşu içinde, müspet olarak göstermek dilerim.
Siz, evvelâ kelime ve mefhum imtihanında, sonra cümle ve mâna inşasında, daha sonra fikir ve terkip mimarîsinde, basma kumaşlara nisbetle bir Hint şalı kadar çarpıcı bir nadirlik ve soyluluk arzediyorsunuz. Sihirkâr bir nüfuzla kalbine süzülmeyi bildiğiniz halk, tarafınızdan, sımsıkı bir kement içinde san'atkârca tutulmuş bir demet halindeydi. Son derece vekarlı, soğukkanlı, fakat vecd ve heyecandan mahrum olmayan ve onu zaptetmeği bilen bir bünyeye sahiptiniz. İnandırmaya çalıştığınız şey, bizzat inanmadığınız bir şey değildi; ve siz -ne garip!- samimîydiniz!
Buradaki "Ne garip" kaydını garip görmeyiniz! Zira siz, gerçekten, 27 yıldır, hep aynı kaşık içinden şekil alan un helvaları tarzında seri malı mâhud beyinsiz kodaman tiplerine
Aslâ benzemiyordunuz! Kimdiniz, neydiniz, nereden, nasıl ve hangi şartlar altında zuhur etmiştiniz?
İşte bu müşahede, bana, ana davamız noktasından ne büyük bir kudret, ehliyet ve fırsatla karşı karşıya bulunduğumuzu derhal gösterdi. Anlayış ve anlatış, tesir ve nüfuz, üslûp ve zarafet, zevk ve mizaç, nükte ve derinlik, fikir ve irfan, nefs emniyeti ve samimiyet gibi kapital değerleri bir arada temsil eden devlet recülünü, belki Tanzimattan beri görmemiştik.
İşte o ân, yine o âna kadar içimde size dair birikmiş intiba tahminleri tam bir plâna kavuşmuş buldum ve hemen kararımı verdim:
-Adnan Menderes, bilhassa son çeyrek asırlık korkunç tecrübe içinde, seri malı iktidar tezgâhında boy göstermemiş ve harcanmamış bir tip olarak, taşıdığı vasıflar ve bu son fikrî hüviyetiyle, nezdinde dâvamızın hayat hakkı arayacağı yegâne örnektir! Hastalığından ve doktorundan habersiz olan bu millet, kendisinden herşeyi, bilhassa asırlık ıstırabının şifasını beklemekte haklı olabilir. Ona doğru gideceğiz ve dâvamızı onun nezdinde kıymetlendirmeğe çalışacağız! Yol budur!
Açıkça belli oluyor ki, sizi partinizin üstünde, ayrı ve müstakil bir vâhid telâkki ediyor; ve en büyük imtiyazınızı, pörsümemiş, harcanmamış, müstamel postlar gibi aşınmamış, gerçekten som ve dopdolu şahsiyetinizde buluyorum.
Böylece gayet nazik ve hassas bir ümidin eşiğinden, size olanca ruhumu ve gayemi belirtmiş olarak, bizimle beraber belki partinizi de içine alacak büyük bir inkılâp hamlesinin tahassürünü, müstesna şahsiyetinize bağlı görüyorum.
Ümidimin tam tahakkuk veya iflâs edeceği âna kadar (ya hep, ya hiç!), adım adım, kar üzerinde ayak izlerinizi sayarak sizi takip edecek; ve bunca zengin ve müsait şahsiyet şartlarınız içinde, sizi, dâvamızın mihrakına oturtmak için elimden gelen her şeyi yapacağım! Hizmetimin, sizin şahsınıza değil, görünür ve görünmez bütün cihanları verseler tek zerresini feda etmeyeceğim mukaddes dâvaya olduğundan da aslâ şüphe etmiyorum!
Sizi, yine size râci bazı sebepler yüzünden bu zamana kadar bir türlü anlayamamış adamın, bundan böyle tam anlamak, anladıktan sonra da bir daha bırakmamak ve artık her şeyini ona bağlamak ve onu her şeye memur görmek hususundaki ileri niyetini hoş görürüz!
Hududunu çizmekte biraz müphem davrandığım ana dâva karşısında mevkiînizi ve mevkiîmizi tâyin etmek üzere müştereken zamana ve istikbâle güvenmek lûzumunu takdir edersiniz.
Müştereken inanmak zevkini alenen belirtmek ihtiyacında olduğum ALLAH, büyüktür.
20.05.1952
Necip Fazıl Kısakürek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..