Millî Selâmet Partisi meselesi aydın müslümanlar katında bir hâiledir. Zira mutlaka kat'î zafere götürülmesi, böyle olmadıkça hiçbir tavize yanaştırılmaması gereken bir hareketin iflâsa vardırılmış olması teşebbüsünden ibaret kalmıştır. Ve yine zira, o, hareket şekliyle, bizim iman banknotumuzun sahtesi olmuştur. Küfür bizim manevî naktimizi kıymetten düşürmek için elinden geleni yapmaya, parasını değerlendirmeye bakar; fakat taklide yeltenmez. Bizimkinde hilâl onunkinde istavroz vardır. Ama Millî Selâmet Partisi'nin amblemi, şekilde ve yaftada hilâl olduğu halde esasta ve iş ölçüsünde hilâlin hakkını vermekten çok uzaktır. Karşılıksız paralar gibi... İslâmî kıymetlerin eşya ve hâdiselere bakış zaviyesini bozucu ve Şehadet Kelimesinden başka bir şey bilmeyen, bildiğinin de ürpertisini çekmeyen gafilleri kandırıcıdır.
Gerçek iman ve itikatlılarına toz konduramam. Onları dışlarından mümin görür ve içlerinden de böyle oldukları kanaatiyle kalblerini Allah'a havale ederim. Fakat bu kalblerin aşk, vecd, hikmet, irfan ve hamle sermayesi olarak hiçbir nasibe mâlik bulunmadıklarını bir laboratuar katiyetiyle iddia edebilirim. Bu teşhis onun masum müslümanlar tabanına değil, güdücüler tavanına aittir ve bu güdücülerin âdi kır çiçekleri halinde şekillendirdiği buketin ortasında, her mesuliyeti nefsinde cemeden, mağrur ve mütehakkim br gül vardır. Prof. Dr. Gen. Başkan ve sırasına göre imkân buldukça da Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan...
İŞİN HİKÂYESİ
Ben bu zatı 1965'lerde Büyük Doğu'nun 12. Devresinde tanıdım. İstanbul'da, Gedikpaşa'da, Kayseri Hanındaki, etrafımızı saran ayakkabıcıların deri ve çiriş kokulu havasına bürülü, mütevazi yazıhanemize geldi ve bizimle bir iftar yemeği yedi. Profesördü, kürsüsünde müstesna bir teknik ehliyet olduğu söyleniyordu. Bir de "Gümüş motor" diye isimlendirilen, Türkiye'de ilk defa motor imâlini hedef tutucu bir teşebbüsün öncüsü olduğu fakat bu teşebbüsün akâmete uğratıldığı (akâmet sıfatını çok hafif olarak kullanıyor ve asıl sıfatı dosyamızda yazılı olan bu işin şimdilik bahsini açmak istemiyorum) rivayet olunuyordu. Hakkında, satıh üstü, toplu hüküm şuydu:
Müslüman, milliyetçi, namazında, dâvamıza bağlı bizden bir insan...
Güzel yüzlü, vakur edâlı, kelimelerini dikkatle aramak gayretinde, her karşı çıkışa mütehammil ve soğukkanlı görünüşlü, hislerini belli etmeyici ve çehresinde herhangi bir teessür ve tehassüs çizgisi taşımayan bir insan...
Kendisine Büyük Doğu yazı ailesine katılmasını teklif ettim, verdiği cevaptan muhitindeki masonların gözüne fazla çarpmak istemediği ve çekindiği intibâını aldım. Gençlerimizden, talebesi, Fakültesinden iyi derecede mezun Bahri Zengin'i (şimdi Makine - Kimya Umum Müdür Muâvini) yanına asistan olarak almasını istedim; ve yine ilk cevabına benzer bir çekingenlik mukabelesine şahit oldum. Daha ilk temasta belliydi ki, bu zat, kendi öz nefsi içinde gizlenmiş her türlü cesaret, samimiyet ve heyecan seciyesine yabancı, üzerinde dikkatle ve şüphe gözüyle durulması gereken bir kişiydi. Dâvamız yolunda şahsiyle vâdettiği fayda çapında zarar ve tehlike de belirtebilirdi.
Ara yerde Odalar Birliği mâceraları (o da ayrıca hazin bir mevzû) ve nihayet balıklama şeklinde politikaya atılış...
Konya'dan bağımsız olarak seçilmek üzere adaylığını koymuştur. Konya'nın büyük meydanlarından birinde bir toplantı tertiplemiş, benim de bu toplantıda kendisini desteklemem istenmişti, Henüz bu kapalı kutunun muhtevası sıhhatle malûmumuz bulunmadığı halde bu destekleme teklifini hiçbir parti hasisliği belirtmeyen ve Meclise Büyük Doğu'dan yana bir görüntü vâdeden zâtı desteklemek borçtu. Borcumuzu edâ ettik. Konya'ya gittik; bizi karşılayanlar arasında onu bulamadık ve binlerce Konyalı'ya, şahıslar üzerinde hiçbir taahhüt ve kefaletimiz olmaksızın, Meclise ne ruh kıvâmında adamlar sürmek gerektiği üzerinde bir hitabe verdik. Meydan alkıştan inledi; bizi tâkiben Hoca kürsüye çıktı ve saydığımız kurtarıcılık vasıflarının tam da sahibi edasiyle, raftan bir top kumaş indirilip tezgâh üzerinde açılırcasına desenlerini müşterilere arzetti. Konuşmasında ne bir aşk, ne bir his, ne bir düşünce ve derinliğine görüş... Tam bir simsar ve tezgâhtar ağzı... Toplantı sonunda ona eller uzandı. O da ellere uzandı; ve kafaların üzerinde önceden peylenmiş bir katıra binercesine, gayet rahat ve pişkin, yerleşti. Bana da aynı muameleyi göstermek isteyen elleri nefretle ittim ve adeta hakaret edercesine bana el uzatmamalarını ihtar ettim. Hoca Kisrâ'ların tahtaravanına benzeyen, kafalardan kurulu sedir üzerinde mes'ut, uçup gitti. Yanımdaki Mustafa Yazgan'a "gördün mü manzarayı?" demekten kendimi alamadım. Daha evvel Mustafa Yazgan'a Hoca'nın bazı kibirli ve kendisini tepeden görücü hallerine bakıp toplantıda bulunmak istemediğimi, hemen dönmek arzusunda olduğumu söylemiş ve şu cevabı almıştım:
- Siz dönerseniz ben de sizi tâkip ederim.
- Sen kal!
- Ben sizin bir parçanızım, nasıl kalırım!
- Madem ki, parçamsın, ben rica ediyorum, kal!
Tam o sırada tören başlamış ve gençler bizi kürsü seti üzerine çekip çıkarmışlardı. Böylece ben ve Mustafa Yazgan bir "oldu-bitti" karşısında kalmış ve konuşmaya mecbur olmuştuk.
İşte daha işin başındaki müşahede ve intibalarım!
Hoca Konya'dan mebus seçildi. Mecliste Adalet Partisi uyuşmazlıklarından bir iki kafadar buldu ve bu partinin asla rayını döşeyemediği o devrede Demokratik Parti kopuşu sırasında kendisi de partisini kurdu: Millî Nizam Partisi...
PARANTEZ İÇİNDE
Lâf arasında tespit etmeyi unutmayayım ki, o zaman Adalet Partisinden kopuşlar benim eserim olmuş, hâdise Sadettin Bilgiç ve merhum Prof. Osman Tûran'ın evinde uzun sohbetler ve muhasebeler neticesinde meydana gelmiş, Adalet Partisi'nin 1960 gece baskını sonrasında cevap veremediği millî ıstırap ve inkisarın dâvası, yepyeni bir ideolocya temeline dayalı olarak bunlardan beklenmişti.
Partiyi kurdular; fakat A.P.'den devşirip temsil etmeleri gereken mânayı bayraklandıramadılar, bir (Apandis - lâhika) halinde kaldılar ve kör bağırsak gibi çürüyüp gittiler... Bugün de Halk Partisi'nin hileli kefesinde 1 gramlık ağırlıklarını değerlendirmeye kalkmak derecesine düştüler...
YİNE ONLAR
Millî Nizam... Hoca'nın yüzü gibi, ne güzel isim! Fakat "Dilber" adını taşıyan bir kadının güzelliği nasıl ismiyle kaim değilse, vaad ile gerçek arasında o kadar mesafe... "Millî Selâmet" ismi için de aynı şey söylenebilir.
Millî Nizam ölçüsüz ve endâzesiz gitti. Hükûmette pay aldıktan sonra şeriat ruhuna aykırı olarak ileride yapacakları affedilmez gaflara mukabil o günlerde mukaddes kelimeyi, "Şeriat" kelimesini dilinden düşürmedi. Halbuki bu dâvanın kal'ayı zaptedebilmesi için Tekfur sarayını basan bahâdırlar gibi mutlaka bir (kamuflaj)a bir (makyaj) oyununa ihtiyaç vardı. Anlamadılar; sonradan görüleceği üzere Şeriati hükûmet sürme hırsına göre eğip bükecek olan liderlerinin peşinde, boyuna açık vererek ve boy hedefi göstererek yürüdüler.
Ankara'nın en büyük sinemalarından birinde tertipledikleri açılış törenlerinde, konuşmacılar arasına beni de kattılar. Büyük bir gençliğin katıldığı bu törende yine şahıslarına karşı bir taahhüt ve kefalet sahibi olmaksızın, özlediğimiz parti ve güdücülerin şartları üzerinde konuştum; ama onların vesilesiyle konuştuğuma göre bu Partiye ümit bağlanabileceğini teşvikten geri kalmamış oldum. Henüz salâhlarından ümit kesmeye uzaktım ve sadece ihtiyatlı olmaya bakıyordum.
Nihayet endâzesizlikleri yüzünden "Millî Nizam Partisi" kapatıldı. Kararın çıkmak üzere bulunduğu sabahın gecesinde Hocayla telefon konuşmamız:
- Son derece ölçüsüz ve hesapsız gidiyorsunuz! Partiyi kapatacaklar...
- Asla kapatamazlar, yarın görürsünüz!
-Asıl siz yarın kapatıldığınızı görürsünüz!
Ve kapatıldılar...
SON DEVRE
Bütün facia "Millî Selâmet" devresinden sonra koptu. Bu devre ve bu devrenin içinde elde ettikleri 50 millet temsilciliği ve hükûmet ortaklığı, içyüzlerinin olanca karhalariyle meydana çıkmasına vesile oldu.
Evvelâ "Millî Gazete" isimli bir organ kurdular. Ben henüz ümidimi ve doğrultulmaları ihtimalini yitirmemiş olduğum için, bana hiçbir şey sorulmadan ve tecrübelerimden faydalanmaya yanaşılmadan kurulan bu gazeteye yardım etmekten ve onu içinden ıslah etmeye çalışmaktan geri kalamazdım. Gazetenin başında, Hasan Aksay (benim sonradan yakıştırdığım isimle Hasan Yoksay) isimli, Adalet Partisinden müdevver, her ân gülümsemeli ve cana yakın bakışlı biri vardı. Muhakkak ki, içli bir mü'min olan, fakat işlere hâkimiyet zekâsından tamamiyle mahrum bulunan bu zâtın gazeteden yana anlayışı, bir atın kaç ayaklı olduğunu ve bu ayakların nelere yaradığını bilmeden yarış antrenörlüğüne getirilen bir insandan farksızdı. Oluşunun tek sırrı da, Erbakan'ın mahvet ve benlik mizacına asla çaparız teşkil etmeyen, ona uymaktan başka usul tanımayan, sadece yuğurulduğu parmaklara tâbi balmumu adam örneği olmasından geliyordu.
Bu noktaya dikkat!.. Bu Partinin en büyük felâketi, liderinin, etrafında halkaladığı işte bu balmumu adamlardan gelmektedir. Tavırlarıyla sadece Erbakan'ın mes'uliyetini ifade edici bu adamlar, Partilerinde, nefs muhasebesi, vicdan murâkabesi diye bir hava yaşatmayan tipin despot gururuna piyonluk etmektedir. Millî Selâmet Partisi mebusları arasında kimbilir nasıl bir ıstırapla susan ve bir zamanlar Bakanlık makamında da bulunan birkaç fert müstesna, Necmeddin Erbakan'a yakından (fon) teşkil edici iş ve söz sahipleri hep bu balmumu adam soyundandır. (Lântern majik) dedikleri öyle bir sihirli fener ki, ampulü Erbakan, beyaz perdesi de bunlar...
Evet; Hasan Aksay'ın çekmecelerini taşıracak kadar çizip verdiğim plânlara rağmen gazete, gazete olamadı ve cephemize musallat hazin hamakat ve atâletin neticesi halinde aceze basınımıza bir halka daha eklendi.
Bu gazetede kendilerini tenbih ve tahrik yolunda neler yazmadım, neler; ne çığlıklar koparmadım, ne çığlıklar!.. Hiçbiri sökmedi. Hattâ parti menfaati uğrunda din ve şeriat inceliklerine kıyılmaya kadar gidildi. 1973 seçimleri arefesinde müslümanlık iddiasında bir hizbin tenkidini yapan bir yazımı, Hasan Aksay, şu mûcip sebeple neşrettiremedi:
- Seçimlere gidiyoruz! Hiçbir tarafı darıltmayalım!
Cevap verdim:
- Demek siz, rey devşirmek için, bazı sapıkları darıltmaktansa yolunda gittiğinizi iddia ettiğiniz şeriati darıltmaya razısınız!
Din bağlılıkları da bu seviyede...
HÜKÛMET
1973 seçimlerinde beklenmedik bir netice... Mecliste 50 kişilik bir köprübaşı... Şartlara göre muazzam bir tecelli... İşte Millî Selâmet Partisi'nin artık tam bir oluş safhasına girmesi için Allah'ın meccânen nasip ettiği ve liyakatsiz ayaklar altına çektiği atlama tahtası... Ne ince bir imtihan ve ne mânalı bir ihtar:
- Bundan sonra ya ol, ya öl!.. Olman için hiçbir ehliyet ve gayret sahibi olmadığın halde, Hak, sana, yalanını hazırladığın ebedî doğrunun ilk semeresini bahşediyor. Bakalım, olabilecek, olmanın çilesine ve usûlüne yanaşabilecek misin?"
KOALİSYON
Malûm zikzaklardan sonra Halk Partisiyle yaptıkları koalisyon... Yani Ebû Cehl'in emir ve kumandasında İslâmî bir davranışı mümkün gören küfür çapında bir sakamet... Yalnız "Hep"i gözleyen, bu "Hep" etrafında hiçbir tâvize tahammülü olmayan, kal'ayı içinden fethetmek gibi bir teselliyi de reddeden, asla tevil ve tefsir kabul etmez ve ancak dâvayı harcatmaya,boyun eğdirmeye ve köstekletmeye yarar bir yelteniş...
Böyle bir ortaklığa girilmemesi için elimden geleni yaptım; yüzlerine karşı en acı ikazlarda bulundum, hattâ öz gazetelerinde (koalisyon) niyetlerini suçlayan yazılar yazdım. Ama olanlar oldu; ve biraz sonra "neler yapılmamalıyken yapıldı! ve "neler yapılmalıyken yapılmadı!" bahsinde göreceğiniz gibi, ilk ve en büyük cinâyet irtikâp edildi. Hakk'ın rızası, Ebû Cehl ocağiyle el ele vermenin neticesi olarak daha o günden üzerlerinden alınmıştı; fakat islâmî vecd ve hikmete âşina olmadıkları için aralarında bu inceliği gören ve ona göre ayak direten kimse yoktu.
Böyleyken; Millî Selâmetin daha ilk hareketi ondan sıyrılmamıza ve ulvî gâyenin bu ellerde tecelli edemeyeceği gerçeğini ilân etmemize yeterken bunu yapamadık. Kendisini çocuğumuz bilmekte devam ettik ve geminin güvertesinden suya yuvarlanan bu çocuğu kurtarmak için "emr-i vaki"i kabul ve ondan sonraki hareket hattını tespit etmekten başka çare kalmadığını gördük ve kancalarımızı suya daldırdık boğulmasına mâni olmaya baktık.
Başlangıçta "Millî Nizam"ın ana nizamnamesi kaleme alınırken (espri) kılıklı bir edâ ile:
- Nizamname de ne demek?.. Dilekçemize "İdeolocya Örgüsü"nü iliştirelim, yeter!
Diyecek kadar bağlılık gösteren ve bu sözleri bütün maiyeti karşısında sarfeden Erbakan "Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı" ünvanını kazandıktan sonra antenlerini bütün tenbih ve telkin mevcelerimize karşı söktü, kaldırdı ve artık kendisine yakıştırdığımız (airo dinamik) tipine büründü. (Airo-dinamik), rüzgârı göğüslemeden yaran ve böylece kendisine kolaylıkla yol açan sivri uçlu (uçakların burunu gibi) bir yapı modeline verilen isimdir; ve kendisine edilen bütün hücumları ensesinden geriye atan ve asla göğüslemeyen Erbakan mizacına gayet uygundur.
Ve işte başladı artık, Hocanın "boş ver! İşine bak!" devresi...
"Tuz yüklü merkep göle düşse, göl mü tuz olur, merkep mi pestile döner?" kıyasınca, kendisini C.H.P. bataklığına atan Erbakan, hiç olmazsa ondan sonra araya bazı ayırd edici çizgiler çekeceği yerde, ilk işi, zamları müjdeleyen Ecevit'i müdafaa etmek oldu. TRT'nin kürsüsüne geçti ve Ecevit'in zam furyasını haklı göstermeye çalıştı.
Hayretten donduk; mahkeme kararını zabıt kâtibi sadâkatiyle okuyan ve altına ikinci imzayı atan bu zat, doğrudan doğruya Ecevit'in kanadı altına giriyor ve ona "bu beyanı başka bir temsilcinize veya bir Bakanınıza yaptırın; ben kabinede ayrı bir mâna sahibiyim ve sizin özel kalem müdürünüz değilim; hükûmete girmeyi kabul ettiğime göre zam kararnamesini kerhen imzalamaya mecbur kalmış olsam da onun müdafaasını yapamam!" diyemedi. Bu vaziyet Hoca'nın, sırf "icrâ-yı hükûmet" hırsiyle tâvizde ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor, fakat Partisinden "dur, ne yapıyorsun!" diye bir ses gelmiyordu.
Gaflar seri halinde zincirleme devam etti. Gazetelerini adam etmek için giriştiğim çabalar hep boşa gitti. Bu arada Ankara'daki temaslarımız dâima aynı (airo-dinamik) yapıya çarptı ve bir kurbağa ölüsüne bile kıpırdanış veren elektrik cereyanı, hitap ettiğim cesedin tüyünü dahi oynatamadı.
Kıbrıs meselesi, daha doğrusu seferi... Ecevit'in yerinde bir sırık hamalı bile bulunsa derhal ileri atılmaya, bütün Kıbrıs'ı işgal etmeye karar vereceği muhakkak olan bu mevzûda, bütün incelik, işin bir Halk Partisi marifeti diye gösterilmesine engel olmak ve şımarıklığını yeni bir seçim istemeye kadar götüreceği besbelli bir partiyi hükûmetsiz bırakmaktı. Bunun için, hakûmet sofrasını Ecevit'in devirmesine meydan bırakmadan kendilerinin devirmesi gerekirdi. Söyledik, anlamadılar; ve fatihliği yüzü suyu hürmetine hükûmete devam edeceğini sanan Ecevit'in "MSP'siz hükûmet" oyununa geldiler, sofrayı ona tekmelettiler. Neticede ve hükûmetin düşmesi mevzuunda bir şey değişmedi ama en büyük avantaj kaptırıldı. Ecevit'i sonunda kendi oyununa getiren vaziyet Millî Selâmet Partisi'nin iradesiyle yerine geleceğine kurban gitmesiyle zuhurâ geldi. Erbakan tam çelme atacağı yerde çelmeye geldi ve ondan sonra çelmeyi atan da, İlâhî cilve gereği, ayrıca tökezledi; ama bundan MSP bir pay çıkarmayı bilemedi.
Derin ve ince İslâm stratejisi ne ellerdeydi, yârabbi!..
"Demokratik Parti" nam komik parti, sonraki MSP çapında kadrosiyle sağcı olması gereken cepheyi ufalar ve Cumhurbaşkanlığı seçimini bile çıkmaza sokarken 1973 seçimleri sonunda bu cepheye 50 kişi daha katan MSP, yarı veya çeyrek benzerleriyle bir "müşterek düşman" çizgisine karşı bir saf tertipleyemedi ve bu bahiste tek rolü yalınız bölücülük olan Demokratik Parti kadar bile olamadı. Nâmütenahi ince bir dehaya muhtaç İslâm stratejisinin, generalliği şöyle dursun onbaşılığı nisbetinde bile bir kurmay ehliyeti gösteremedi; üstelik bu halini, dışı sahte bir tevazu galvaniziyle sıvalı, içi şeytanî kibir kütüğü bir harîsin "Millî Görüş" diye yaftaladığı slogan esnaflığına bağladı.
YAPARDI YAPAMAZDI
Haydi, bazı şartlar bakımından büyük ve küllî çıkışlar yapamazdı, diyelim; hükûmeti kaybetme pahasına da olsa müslümanların idam sehpası meşhur 163. maddeye karşı bir çıkış olsun, gösteremez miydi? Koalisyon devrinde, vaktiyle Millî Eğitimin ancak damından, bacalarından sızabilen komünizma bu defa kabul merdivenlerinden tırmanır ve tören salonunda hora teperken "ne oluyoruz, nereye götürülüyoruz?" diye şahlanamaz mıydı? Allah dedikleri için mahkûm edilen 163. madde kurbanlarını gûya faydalandırmak için, allah, vatan, millet, aile ve tarih inkârcılarının affına razı olmak gibi bir zilleti kabullenmek yerine "163. madde hükümlülerini bağışlamaya mecbursunuz; onlar bu vatanın sahici nikâhtan gelme evlâtları ve ruh kökümüzün dâvacılarıdır; komünistleri ise affedemezsiniz; onlar da piçler ve milletimizin katilleri!" diye gürleyemez miydi?"
Hâsılı, her işe İslâmî siyaset ve dirayet gözlüğünden bakıp, hükûmetteyken dahi en acı muhalefet edâsını takınamaz ve sonunda mutlaka iflâsa mahkûm bir tecrübenin sakatlığını bizzat hailenin ve ateşin içindeyken gösteremez, hükûmete katılışındaki fedakârlığını bu sûretle te'vile kalkışamaz, bir "olamaz"ı bile bile tecrübeye mecbur kaldığını gösteremez miydi?..
BÜTÜN MÜSBETLERE İHANET
VE BÜTÜN MENFİLERE İLTİFAT
Şimdiyedek gösterdiğimiz gibi, neler yapılması gerekirken yapılmadığını ve neler yapılmaması icâp ederken yapıldığını 3 maddede hülâsa edebiliriz:
1 - Aslâ hükûmete girilmeyecek, daima muhalefet safında kalınacak ve bütün icraata karşı "işte bu felâketler bizim idealimizin iş başında bulunmamasından doğuyor!" mânası muhafaza edilecek ve her şey İslâmın (anti tez)i olmakla suçlanıp, büyük ideal, aks-i dâva yolundan kuvvetlendirilecekti. Bunun için Mecliste kurulan 50 kişilik köprübaşı icra meydanına kapalı bir hisar halinde tutulacak, toprak üstü ve altı yollardan bu dâvanın gençliği ve zinde kuvvetleriyle haşrü neşr olunacak, bunlar yetiştirilecek, geliştirilecek, köy köy, kent kent, meydan meydan, minber minber, kürsü kürsü, çalışılacak, millet nazarında bütün hükûmet tecrübeleri iflâsa uğratıldıktan sonra bir hamlede Meclis ekseriyetinin sağlanması stratejisine bağlanılacaktı. Başlıca sır bu nokadaydı ve bu sır çiğnendi.
2 - Maiyette hükûmet olmaya râzı olduktan sonra da, birdenbire rahata kavuşup "bak, onlardan daha iyi idare ederiz!" kabilinden miskin ve cüce verimler aramak yerine, yapının temelinden değişmesi politikası üzerinden gidilecek ve patlak verme noktasına kadar cesaretle "ulvî ve ebedî esasların yolu" tutulacaktı. Patlak noktasında ise mukabele "ey millet, gördün mü, bu memlekette demokrasi var mıymış, yok muymuş?" cevabından ibaret kalacak, her şey göze alınacak veya her felâketin hükûmete girmekten geldiği veya gelebileceği düşünülerek, girdikten sonra bile punduna getirip çıkış geçidi açık bulundurulacaktı.
Bu nâzik sevk ve idare dehası yerine CHP sancağını taşıyan bir gemide "ben makineyi daha iyi işletirim, ben dümeni daha iyi tutarım, ben düdüğün ipini daha hünerli çekerim!" gibilerden mevziî ustalıklara iltifat edilmiş; dâvanın, sancağı indirmek ve geminin omurgasını değiştirmek olduğu unutulmuştur. Üstelik bu mevziî hünerlerde de yaya kalınmış ve ne din işlerine memur Devlet Bakanlığında, ne iç nizamın muhafızı İç işleri makamında, ne de iktisadî bünye nâzım ve murâkıbı Sanayi ve Ticaret Bakanlıklarında zerrece şahsiyet gösterilebilmiştir. Bir sürü rüşvet ve menfaat masalı ise bir yana... Âdiliklerin bu derecesi önünde fikir yürütmeye tenezzül gösteremeyiz.
3 - Çıkarıla çıkarıla ortaya (diyalektik) adına bir "Millî Görüş" uydurmasiyle bir "Büyük Türkiye" efsanesi, madde zaferi olarak da "Ağır Sanayi" yalanı çıkarılmış; ve incileri kayıp istiridye kabukları gibi bu içleri boş sloganların gerektirdiği fikir çilesinden hiçbir iz gösterilememiştir.
Hangi millî görüş?.. Çar Rusya'sı müjiği hangi millî görüşteydi ve bugün onun torunu hangi millî görüştedir? Bu efendiler bilmiyorlar mı ki, efendilerinin ana nizamname diye öne sürdüğü bizim "İdeolocya Örgüsü" eserimizde Meclisimin duvarında "Egemenlik ulusundur" yaftası değil, "Hâkimiyet Hakkındır" levhası vardır? Küçük Türkiye'nin korunmasını gerektiren bugünkü dünya şartları muvacehesindeyse "Büyük Türkiye"den bahsetmek, uyanık sayılmaktan farksızdır ve doktorluk bir mevzudur.
Ağır sanayi bahsini bütün bir cilt tutacak yazılar ve konferanslarla ilmî ve fikrî vâhidlerine bağlamış bulunuyor ve burada tekrarına hacet görmüyorum. Türkiye'de bundan 39 yıl önce "makineyi yapan makine içeride yapılmadıkça dışarıdan getirilecek makine o ülkeyi sömürür ve bir verim âleti değil, kötürüm vezninden götürüm vasıtası olur!" ölçüsünü ilk defa ortaya atan ben,şimdi de diyorum ki, işte bugünkü iktisadî iflasımızın baş müsebbibi, "îmal dehası - teknik bilgi - mâden -makineyi yapan makine- işine göre göre makine" unsurlarından ibaret çemberi bir türlü kavuşturamamak ve o yüzden dengemizi alt-üst etmek olmuştur.
Çocuğu büyütmek için başından ve topuklarından çekmeye benzeyen bir davranış, belirttiği hamakat ve cehalet yönünden İslâmî bir kalkınmaya mâl edilemez, olsa olsa küfür, hayâl ve gururuna yakıştırılabilir. Çocuk yavaş yavaş büyüyecek ve Allah'ın tâyin ettiği kıvamlara ere ere olacak, oluşacaktır.
ELLERİ, DİLLERİ VE KALBLERİ
Allah Resûlünün kötülüklere karşı mücadelede kademe kademe âletlerini işaret buyurdukları emir malûm... Birinci derecede el, yani fiil... İkinci derecede dil, yani ihtar... Üçüncü derecede de kalb, yani nefsini muhafaza... En aşağı derecede üçüncüsü içine gömülüp orada mahfuz kalmak...
Kendisine hükûmette pay arayıp emir makamına geçenler için derece yani mahkûmiyet derecesi bahis mevzuu olamayacağına, hattâ bir parti çevresinde toplananlar için bile böyle bir pasiflik düşünülemeyeceğine göre M.S.P.'liler el, dil ve kalb mevzuunda ne gösterebilmişlerdir?
Evvelâ "kalb"i anlamaktan başlayalım:
Kimse kimseyi bir itikat mevzuunda içinden zorlayamaz. Yani kalbin halvet odasına girilemez. Bu muhaldir. Ancak dıştan telkin kabil... Kalb bu telkini kabul ederse ne iyi; etmezse çıkmaz sokak... Kalbe hâkim, ancak Allah... Onun içindir ki, Hak "Dinde ikrâh, yani zorla inanmak yoktur" buyurmuştur. Kalbler Allah'ın kudret elinde ve çevirdiği istikamette... Öyleyse bir itikât, onu emreden, yahut yasaklayan rejimlerin ancak zâhir plânına dikeceği bekçilerle kontrol edilebilir. Bu bakımdan bir insan "ben dinsizim!" diye bağırmaya mecbur edilse bile dinsiz olmaya cebredilemez. Bu incelik yönündendir ki, Kâinatın Efendisi "islâm açıkta ve iman kalbtedir" ölçüsünü koymuşlardır. Demek ki, konuşan bir insanın sözü, kalbindeki hakikatin senedi olamayacağı gibi, sükûtu da bir yalanlama veya doğrulamanın hücceti sayılamaz. Öyleyse insanlar küfrün kol gezdiği cemiyetlerde imanlarını sükût hücresinde korurken, imanın bayrak çektiği toplumlarda da küfürlerini aynı şekilde korurlar.
Kalb tam mânasiyle muhtardır; Allah onu böyle yaratmıştır; hattâ bizzat kendisini kabul edip etmemekte bile muhtar... İlâhî şan böyle gerektirir.
Böyle olunca bir müminler topluluğuna:
Devletin kabul ettiği bir şeyi fertler kabul etmeyebilir. Devlet ayrı, fertler ayrı...
Demekle, devlete, fertleri dışında bir inanç serbestliği ve istiklâli tanınmış olmaz mı? Kalbler muhtardır diye onları devlete karşı saklanbaş dolabına gizlemeye dâvet edip fiilî ve zahirî muhtariyeti devlete lâyık görmek hangi inanç sisteminin kârı olabilir ve böyle bir samimiyetsizliğe hangi mezhep rıza gösterir?
İşte üzerinde peşinen bunca tahlile lüzum gördüğümüz böyle bir samimiyetsizlik ve hakikatsizlik levhası, Millî Selâmet Partisi'nin rejim karşısındaki muvazaa ve fedakârlık tavrını gösterici dâsıtanî vak'a halinde ve mukaddesatçı Türk Gençliği huzurunda aynen resmedilmiştir.
Şöyle ki:
Millî Türk Talebe Birliği'nin, yeni idarecilerini seçmek üzere büyük kongresini topladığı ve beni de kongrenin ruhunu gözetmek üzere çağırdığı bir gün kendisine söz verilen M.S.P. İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (Ne asaletsiz bir isim!) kürsüye çıkmış ve hiç de sırası, yeri, yurdu, lüzumu yokken demiştir ki:
- Devlet lâik olabilir; fertlerse olmayabilir. Bunlar birbirine mâni değildir!
Yani:
- Siz içinizden, isterseniz lâik olmayın! Ama devletin laik olup olmadığına aldırmayın ve onu kendi oluşu içinde tabiî görün!
Herhangi bir rejimin bâtını her neyse zâhirde onunla tecellisi esas olduğuna göre, ona zıt kalbleri ancak kendi hücrelerinde gizlenmeye dâvet eden ve rejimi kendi halinde serbest, hattâ haklı gösteren böyle bir (Bizans) ruhu, açık küfrün bile tenezzül etmeyeceği bir idrak sefaleti arzeden ve balmumu adamları arasında bu çocuk sesli sapık Bakanı şiddetle suçlandırmayan, üstelik yeni Bakanlıklarla mükâfatlandıran lider de aynı ruhu paylaşmış, hattâ önceden adamına telkin etmiş sayılabilir.
Mesele lâyisizmanın kıymet hükmüne değil, müslümanlık taslıyanların anlayış ve samimilik derecesini gösterme ölçüsüne bağlıdır. Bu tarzda bir laiklik savunması, müslüman şöyle dursun, bizzat laikler ve Allah inkârcıları tarafından bile kabul edilmez.
Bozuk bir türkçeyle "M.S.P. Harekâtı" diye yaftalanan gidiş, İslâmın hakkını, el ve dilden geçtim olsun, kalbte bile söndürücü olmuştur.
PEYGAMBER
Her hâli kendisini üstünlük rütbelerinin en tepesinde gördüğünü belli eden Erbakan, bana, her şeye rağmen, "sen bir Peygambersin!" gibi bir hitaba asla tahammül etmeyeceği ve böyle bir hitaptan cehennem azabı ateşine eş, bir acı duyacağı hissini aşılamaktaydı. Böyle bir hitaba şiddet ve nefretle mukabele edeceğinden ve hitap sahibini hakerete boğacağından emindim. Nitekim bir devirde, hikâyeci Sait Faik başta olarak bana da böyle hitaplar yöneltilmiş ve tarafımdan bir yazı yazılarak "vücudumu cımbızla zerre zerre koparıp her zerremi ayrı ayrı cenderede sıksalar böyle bir hitabın acısına yetişemezler!" diye karşılık vermiştim. "Ben, gerçek Peygamberin ümmeti içinde en hakîr fert olmaktan üstün bir rütbe tanıyamam ve bu türlü hudut tecavüzünü zerre miktarı benimseyecek olsam kendimi ebedî cehennemlik sayarım!" diye ilâve etmiştim.
Erbakan'ın böyle bir hitap karşısında alsa ürpermediğini, onun küfür alâyişlerine karşı tebessüm ve sükût ile cevap verdiğini ve bu gibi tezahürlerin birkaç kere vâki olduğunu haber aldığım zaman ise kulaklarıma inanamamıştım.
Şimdi soruyorum:
- 29 Mayıs fetih gününden önce Spor - Sergi Sarayında tertiplediğiniz gecede, size "Peygamber" diye hitab eden serseriye niçin mukabele etmediniz ve onu sille tokat salondan attırmadınız? İşitmedim diyebilir misiniz? Ya işitenler niye şahlanmadı?..
Vâkıayı bize gözyaşları içinde bir M.S.P.'li anlatmış ve demiştir ki:
- Hemen salonu terkettim ve bu adama bütün sıtkımı yitirdim.
Her tavrı bu tıyneti ihtar eden adamın ruh haleti üzerinde işte korkunç bir vesika...
VESAİRE
Refikaları Hanımefendi, Tepebaşı gazinosunda kadınlardan bir topluluğa hitap eder ve bu mevzuda hiçbir hikmet ve inceliğe sahip bulunmaksızın "Teaddüt-ü Zevcat: Dörde kadar zevce alabilme müsaadesi" aleyhinde konuşur ve bizzat Erbakan, herhangi bir din kaidesi üzerinde hataya düşüp bilhassa karşı cephelerden hücum yağınca "şaka ettim!" demekten başka cevap bulamaz. Keşke "ben bu dâvanın sadece şakacısıyım; sahicisi kimse buyursun!" diyebilse...
Müslümanlığı, partilerinin temsil ettiğinden ve müslümanları kütüklerine kayıtlı olanlardan ibaret sayarlar ve "M.S.P.'li olmayanlar müslüman değil" demeye giderler. Bilmezler ve bir türlü anlamaya yanaşmazlar ki, kendilerinden dâvacı küfür değil, bizzat müslümanlık ve gerçek müslümanlardır.
Almanya ve Türkiye'de, içleri yanan ve kurtuluş bekleyen müslümanlardan çekmedikleri kan bırakmamışlardır. İcabında "donunu bile ver!" diyebilecekleri mukaddes bir dâvada samimiyet olmayınca bu davranış sadece nefsanî istismar olur ve hiçbir mezhebe sığmaz. "Şahıslarımıza haram olan partimize helâldir!" tesellisiyle bir zamanlar Sanayi Bakanlığını nasıl bir rüşvet tezgâhı haline getirdikleri, dost, düşman herkesçe malûm... Evet keşke lâyık olsalardı da, nefslerine hiçbir şey sızdırmaksızın, küfür cephesinin bütün hazinelerini tayyib helâl olarak saysalardı.
TERSİNE ÖLÇÜ
Asla salah kabul etmediklerine göre onlardan dâvacı olmak işinde küfre istismar ve istifade payı vermeksizin imhalarına girmekten başka hangi yol kalıyor?
Kaç kere yazıp çizdik. Bizim bu parti üzerinde açtığımız yaraları küfür sırtlanının yalamasına müsaade etmeyeceğimizi, tenkid ve tesbit hakkının yalnız bizde olduğunu, bu hususta küfürle en küçük bir ağız birliği yapmayacağımızı, yoksa görüşlerimize hak verseler bile küfür safından gelecek her tenkide karşı çıkacağımızı ilân ettik.
Ne güzel bir misal vardır:
Birinci Dünya Harbinde Müttefik Ordularının kurmay başkanlarından bir heyet huzurunda, Alman generali ayağa kalkıp Alman ordularının sevk ve idaresini şiddetle tenkit ediyor. Onu takib eden Avusturya generali ise sadece Alman generalini tasdik ve ona hak verdiğini bildirmekle kalıyor. Bir tokat... Alman, Avusturyalıyı tokatlıyor. "Ben size hak vermekten başka ne yaptım?" diye soran Avusturya generaline cevap: "Ben Almanım; kendi kendimi tenkit hakkına ancak ve ancak ve yalnız ben mâlikim..."
Küfür M.S.P.'ye karşı tenkitlerimizden faydalanmaya çalıştığı her zaman karşısında bizi görmüş ve daima görecektir. Ve eğer "tenkitleriniz küfür cephesini kuvvetlendiriyor, ona yardımcı oluyorsunuz" diye işi tersinden ölçülendirici bir düşünceye yer varsa, cevabımız, Alman generalinin tavrından ibarettir. Hiçbir suç, ona, başka, ayrı ve ters cepheden hücum var diye kendini mâzur gösteremez. Esasından küfür suçlusunu bir tarafa itmek ve sizden göründüğü halde sizden olmıyanın tümünü cezalandırmak hakkınızdır. Dâvamızın muzaffer olabilmesi için biricik metot, Tanzimattan beri ciğerimize işleyen muâvazacılık ruhiyatından sıyrılıp işi toptan ele almaktır.
EYYÛB PEYGAMBER SABRI
İşi toptan ele almak ve ancak bütün geçitleri tıkanınca M.S.P.'yi yıkmaya çalışmak noktasına gelinceye kadar bize Eyyûb Peygamber sabrından bir hisse düştüğünü idrak etmeyenlerden değildik.
Kaç kere, Başbakanlıkta, Parti Merkezinde, Erbakan'ın evinde, Recai Kutan ve bazı Bakanların evlerinde "mahrem" denebilecek toplantılar yaptık. Balmumu adamlar ve merkezlerindeki gurur ve nahvet biblosu, estirdiğimiz kasırgaya karşı (Airo-Dinamik) hüviyetiyle bizi dinledi, zarif gülümsemelerini hiç eksiltmedi ve her defa "nefis bir fikir ziyafeti verdiniz" diyerek binbir anahtarla kilit tuttuğu ruh kasasından hiçbir şey sızdırmadı. Esasa ait en acı tenkitlerden sonra onun bu (Makyâvel) mizacını da ele aldım ve bir defa şöyle dedim:
- Eskiden sipahilerin bir kılıç kuvveti talimleri varmış. Tavana bir iplik asarlar ve palalarını çekip yere muvazi ve hedeflerine amudî şekilde ipliğe indirirlermiş... İplik hafif olduğu için tabiî uçacak ve kesilmeyecek... Bu vaziyette ipliği kesebilmek, bir mandayı tek kılıçla ikiye bölmek kadar zormuş... İşte benim karşınızdaki halim! Her defa uçuyor ve kılıca gelmekten kaçıyorsunuz! Ama ben, gerekirse o ipliği altından tutup gerer ve palayı ondan sonra da indiririm.
Gülümsemeler...
Bir gün de kendi evinde, yine etrafında yakınları, şöyle bir lâf ettim:
- Sizde bu dâvanın gerektirdiği ilim, irfan, aşk, fedakârlık, zekâ ve ahlâk gibi şartlardan zerre bile göremiyorum!
Ve saatlerce konuştuktan sonra neticeyi şu sualde topladım:
- Bu fikir ve teşhislerde iştirak etmediğiniz bir nokta var mı?
Ne dese beğenirsiniz:
- İştirak etmediğim hiçbir nokta yok! Hernoktada beraberiz!
Yani, kendisinde, güttüğü dâvanın hiçbir şartını bulamadığım teşhisine de iştirak ediyordu.
Muvazaacılık ve zıtları barıştırma ruhunun bu derecesi hayâl edilir gibi değildi.
Bir gün Bakanlarından biri, onun bu karakteri hakkında ağlamaklı bir lisanla bana şu vâkıayı haber verdi:
- Bir türlü Hususî Kalem Müdürünü atamıyor! Bu adam bir gün Erbakan'ı ziyarete gelen Basın - Yayın Genel Müdürü'ne şöyle demiş: "Bu takunyalı pezevenkleri ziyarete nasıl geliyorsunuz, onlardan ne bekliyorsunuz?" Kendisi bunu bildiği halde hiç tınmıyor, tahammül ediyor! Bizse bir şey söylilemiyoruz. Kuzum bu karakteri siz ele alın ve gereğini telkin edin! (Bakanın ismi mahfuz)
İzah kabul etmez bu seciyeyi yuğura yuğura hakka çekebilmek için hiçbir menfi tepkiye boyun eğmeksizin sonuna kadar çalıştık. Neticede bütün emeklerimizin berheva olmasından başka bir semereye ulaşamadık.
Ağır sanayi masalını aslî vâhidlerine ve esasi şartlarına irca etmesi gerektiğini, hem akademik, hem dinamik ve hem nükteli şekillerde anlattık, fakat ruhuna sindiremedik. Aynanın karşısına geçip de "Ben güzelim" diye diye nihayet kendisini dünya güzeli görmeye başlayan bir çirkinlik nümûnesi olmaktan vazgeçmesini, (Don Kişot)luktan kaçınmasını, memleketi en canhıraş ifadesi içinde görüp bundan kurtulmak için halka sadece işkence ve ıstırap vâdetmesini, gafil kalabalıkların ayranını kabartıcı yalanlara veda etmesini, üstün ve gerçekçi bir (diyalektik) sağlamaya çalışmasını, her şeyden evvel şahsiyetli bir Basın ve Yayın manzûmesi kurmasını, fikir ve iş kadrosunu tertiplemesini, etrafındaki balmumu adamları tasfiye etmesini öne sürdük ve "nefis fikirler" cevabından başka bir karşılık göremedik.
Onlara gösterdiğim sabırla bir taşa hitâp etseydim taş belki kıvrıntılar çizer ve kulak şeklini alırdı.
İbn-i Semnun isimli velinin muazzam bir sözü vardır:
- Aşka ait kelimeler cemâda ve hayvana tesir eder; fakat gafil insanlara tesir etmez!
"Aman, dâvamıza yazık olmasın; aman kendisini uçuruma atsa da çocuk bizimdir, kurtarmaya bakalım; aman, sakat ve düşük de olsa çocuğumuzu sağlığa kavuşturalım." şeklindeki sabır ve tahammülümüz, onun seçimler arefesindeki tavrına kadar sürdü.
Erken seçim kararı alınınca, bunun bir "oldu - bitti" olduğunu, ayak diremenin kâr getirmeyeceğini, aksine zaaf ilânı demek olacağını ve bu vaziyette "hodri meydan!" diyerek öne atılmaktan ve en titiz şekilde çalışmaktan başka çare kalmadığını söyledik, ama anlatamadık. Yine, çıkar bir yol tutmaları için yeni tedbirler ve teklifler takdîminden geri kalmadık. Buluşma tekliflerimize ve zorla verdiği randevularına -sözünde durmamak âdetidir- aldırmadığına şahit olduk. Yine küsmedik, yılmadık. Nihayet eski Adalet Bakanı Müftüoğlu'nun evinde son bir toplantı yaptık.
Kendisi, birkaç bakan ve bir Genel Başkan Yardımcısı...
O zamana kadar bütün temaslarımızı ve meselelerimizi demetleyen ve tâkip edilecek yeni stratejiyi gösteren şekilde birkaç saatlik nihâi bir konuşma yaptım. Namzetler listesine alınması gerekli, olgun yaş tabiriyle belirttiğim gençlerden 15 kişilik bir kadro öne sürdüm ve dedim:
- Benim içinde olmadığım ve Meclise girmek gibi bir emeli nefsim için küçülme ve harcanma saydığım bu listedeki olgun yaşta gençler, şahısları değil, fikri temsil etmektedir. Dikkat edin; şahısları değil, fikri teklif ediyorum! Eğer onları listenize almayacak olursanız ideali reddetmiş olduğunuz hükmüne varacağım. Bunca sabır ve ısrarın arkasından da sizden ümidimi yitirmek zorunda kalacağım.
Etrafındaki balmumu adamlardan Cumâlıoğlu'na listeyi not ettirdi. Ve zabıt kâbiti veya kopya çekmeye yarar karbon kâğıdı rolündeki arkadaşları huzurunda, daima gülümser, söylediklerimden hiçbirine cevap teşkil etmeyen bir nutuk çekti. Ben kalb yetersizliği hastalığından bahsederken, o nasırdan dem vurdu ve sözlerini şöyle mühürledi:
- Şimdiden sloganlarımızı hazırlayalım! Sizden bunu istiyoruz!
Yeni kitap telifi yerine tabelacıdan levha istiyordu; müellif kendisiydi; bize de tabelacılık düşüyordu.
Cevap verdim:
- Ben slogancı değilim! Eğer dediklerimi benimser ve ileride dâvamızı en sıhhatli şekilde temsil yükünü omuzlarına almak üzere benimle mütâbakata varırsanız, bütün gücümle sizi desteklemek vazifesini üzerime alırım. Bu yaşımda ve bunca çile yükü altında Van'dan Edirne'ye kadar üstüne çıkmadık taş bırakmadan, millete, seçmekle mükellef olduğu partinin siz olduğunuzu haykırabilirim. Yoksa hâlâ işi slogan ısmarlamakla yürütmek, çile çekmekten kaçınmak, köklere inmemek, dış ölçülerin ezbere münâdiliğini günübirlik nâiliyetlere göz koymak şeklinde bir hareketi gayemize ihânet sayarım ve karşınızda olurum!
Birtakım teselli kelimeleriyle, tekrar toplanmak kararını alarak birbirimizden ayrıldık.
Dâvet edilecektim. Edilmedim! Bir uçak bileti göndermek külfetinden bile âzâdeydiler. Aldırmadılar. Fakat ben aldırmamazlık etmedim. Ankara'ya koştum. En nâzik müzakere ve toplantılarımıza evinin mekân teşkil ettiği Recâi Kutan'a telefon ettim:
- Açıkça görüyorum ki, benden ve fikirlerimden kaçıyorsunuz! İşte size son vâde!.. Bir iki gün Ankara'dayım... Bu müddet içinde aranırsam aranır ve yüzde yüz ümitsiz olduğunu bildiğim halde son bir muhasebeye razı olabilirim. Aranmayacak olursam, halinizden memnun ve gidişinizden mesut olduğunuza hükmedecek ve sizden topyekûn kopacağım!
"Kopmak" tâbiri içinde kayıtsız kalmak değil, alabora olmuş bir gemi şeklinde tersine bir şart, ihanetine karşı çıkmak gibi zarurî bir edâ bulunduğu besbelliydi.
Birkaç tecrübeyle ruhunda bir vicdan ve insaf uğultusu bulunduğuna şâhid olduğum Recâi Kutan bu mânayı ve ondaki zarûret halini anladı ve telefonu çatlatırcasına haykırdı:
- Ne diyorsunuz! Bizden nasıl koparsınız! Olamaz! Ben hemen gereğini yapar ve toplantıyı sağlarım!
Hiçbir şey çıkmadı; ne arandım ne soruldum! Namzetler belli olunca da, teklif ettiğim olgun yaşta gençlerin nasıl harcandığını ve nasıl atlatıldığını dehşetler içinde gördüm. Meclise girmesiyle yepyeni bir ağırlık merkezi doğacağından korkmuş ve bunların Partide bir takip hareketine girişmeleri ihtimalinden ürkmüştü. Yeni İslâmî hareketin ne demek olduğunu gösterecek ve kendi sahteliğini ortaya dökecek bir tecelliye yanaşmamıştı. Bu zannında ise hata etmiyordu. Onun, arkasından çekeceği ve kendi rayı üzerinde yürüteceği (furgon) vagonlarından başkalarına tahammülü yoktu. Lokomotif tekti ve kendisiydi.
Artık kendilerinden tamamiyle koptuğum ve kopuşun her kaydı tek tek döküme tâbi tutulan bir "defter-i kebir" muhasebesi sonunda meydana geldiğini ve defterin kapatılıp rafa kaldırıldığını nihayet görebilenler, belki de yine efendilerinin tahrikiyle son ânda peşime düşüp beni durdurmaya kalktılarsa da, bunca sabrın kat'î neticesi olmak gereken kararımı önleyemediler ve malûm tecelli meydana geldi.
HÜLÂSA
Bir kerecik olsun, vecd halini görmediğim...
Bir kerecik olsun, içinden, yanık bir sesle "Allah" dediğine şâhit olmadığım...
Bir kerecik olsun, gözyaşı istîdadından çehresinde bir ize rastlamadığım...
Zoraki bir nezâket ve tevâzu galvanizi altında her defa en sert bir benlik kayasına çarptığım...
İnsan avlamak ve aldatmakta ve hislerini gizlemekte deha çapında beceriksizliğini kaydettiğim...
Sözüne ve randevusuna sadâkatten yana korkunç başıboşluğunu her temasımda gördüğüm...
Allah'ın bazı nasipsiz kullarına yakıştırdığı mekanik hareketlerle namaz içinde namazı kaybettirdiği ve ondan ruhuna hiçbir sızıntı geçirtmediği ve gözüne madde ötesi bir dünya göstermediği bu zat...
Bu, nefs murakabesinden mahrum...
Bu, ihlâs ikliminden mehcur...
Bu, sadece dış âlâyişlere meftun ve enâniyetinden mes'ut zat...
Bugüne değin, her davranışiyle, İslâm için hükûmet yerine, hükûmet için İslâm politikasından başka bir şey tanımamış, hiçbir öğüde kulak vermemiştir. O, bu aziz dâvanın küfre "kaka" görünecek tarafını değil de "şaka" görünecek yanını heykelleştirmiş ve işte bu yaniyle dâvaya ve nefsine başarı arama yönüne sapmıştır.
Dâvayı, harcamak, zedelemek ve bilinmez bir tarihedeki kalkınmasına sed çekmek diye buna derler. İslâmın bütün insanlığa örnek çapta yüce oluşunu "oldu!" zannettirip onu ebediyen olamamanın akametine çarptırmak, ortada mutlaka menfi bir misal bulunmasa da mutlaka müspeti göstermeden onun iddiacılığına yelteniş bakımından veballerin en büyüğüdür. Nefer, mareşal rolüne kalkışacak olursa, niyeti ne kadar halis olursa olsun ordusuna bozgun hazırlayıcı olmak günahından kurtulamaz. Kaldı ki, kahramanımız, hem niyet, hem de işlediği suçlar bakımından ayrıca mücrim...
Onu bu mikyasta ele alışımız da, adım başında rastlanabilir basit şahsiyetinin değerinden değil, kıydığı İslâm dâvasının kıymet ve ehemmiyetinden geliyor.
Bu zat hakkında hüküm hülâsası şudur ki, İslâm düşmanları dine fenalık mevzuunda fabrikaya adam ısmarlasalar bu zattan daha elverişlisini bulamazlar...
Şahsını aşan bir ideolocya emrinde sadece bir aksiyoncu ve işçi sıfatiyle çalışacağına, kendisini (ideolog) mühendis farzeden bu hayâlci kahraman, eğer İslâm fikriyatı üzerinde en küçük hak ve hissemiz varsa bu hak ve hisse kendisinde tecelli etsin diye beni ve gönüldaşlarımı uzakta tutmaya bakmıştır.
Bir gün, arkadaşları balmumu adamlara şöyle demiş:
- Necip Fazıl'ın ısrarlarından hiçbir şey anlamıyorum! İstiyor ki, dizinin dibinde toplanalım ve her işi kendisine danışalım...
Bir Alman ordu kumandanına "ihtiyacınızı bulunduğunuz mevkiin pazarından, ordu kasasındaki parayla sağlayınız!" emrini veren umumî karargâh ondan şu cevabı alıyor: "Bulunduğumuz mevkiin pazarında olmayan malı, ordu kasasında olmayan parayla nasıl sağlayabileceğimi bildiriniz!"
İşte, üreticinin hem kemiyet ve hem keyfiyetten yana olmayan mahsulünü, alıcısı olmayan bir dünyaya sevketme hayâline "ihracat seferberliği" adını takan, bu işin "olur"ları üzerinde hiçbir fikir tasası çekmeyen ve her işi buna benzeyen Hoca'nın islâmî dirayet ve ferasetten nasibi!..
BİR VESİKA
Bu zâtın dâva ahlâkı ve peşine taktığı avanesi bakımından ne olduğunu, şimdiye kadar gizli tuttuğum şu vesikadan anlayınız:
Sene 1969... Büyük Doğu'nun 14. Devresi... Malûm zat evimize kadar geliyor ve Ağustos sıcağında bahçemizin gölgelik bir yerinde koltuğa kurulup, o zamanlar alâkası bulunduğu "Odalar Birliği" hakkında, Büyük Doğu sayfalarında yayınlanması dileğiyle (istirhamiyle demek daha doğru olur) bir röportaj yazdırıyor.
Röportajın hedef tuttuğu şahıslar arasında Bedii Faik de vardır. Bedii Faik, sözcü olarak Erbakan'ı, yayınlayıcı olarak da beni dâva ediyor.
Hakkımda milyonluk bir alacak takibi yapılsa İcra dairesine kadar gidip bunun asılsız olduğunu bildirmeyi zahmet sayacak derecede tiksinti duyguları içinde yüzen ben, duruşmayla asla alâkalanmıyor ve mahkemeye ayak basmıyorum. Erbakan ise kendini şöyle müdafaa ediyor:
- Ben Büyük Doğu'ya böyle bir mülâkat vermedim! Lâflarımı Necip Fazıl uydurmuş olsa gerek...
Ve iki yalancı şahit tedarik ediyor:
Balmumu adamlarından Hüsamettin Akmumcu ve Hüseyin Abbas...
Bir şey olduğuna değil de, olmadığına, yani "nefy"e şehadet eden bu yalancılar, taşıdıkları kukla adam sıfatını, din yolunda çalışan ve kendilerine feyz verdiği kabul edilen bir adamı yalan şehadete mahkûm ettirip Efendilerini bu işten sıyırmak gibi bir fazahate kadar düşüyorlar.
Bense şu kadar lira nakdî cezaya çarptırılıyorum; ve hayretler içinde görüyorum ki, Bedii Faik mahiyetinde dâvamıza tam aykırı bir insan bu parayı tahsil etmiyor; yani asalette Erbakan'a taş çıkarıyor.
Yalancılık derecesinin, hem de Hak yolunda mücadele edenleri mahkûm ettirmek ve bu yolda İslâm Kanunlarının en büyük suçu yalancılık cinayetini işlemek gibi, bu efsanevî rütbesi önünde Lider Hazretlerine yakışacak sıfatı müslümanlar biçsin...
Mahut yalancı şahitlik âletleri, bir müddet sonra, Erbakan'dan ve Parti'den kopunca bana şu mâzereti beyan ettiler:
- Ne yapalım; bizi kandırdı. Bizim böyle şahitlik etmemiz için kendisine sizin talimat verdiğinizi söyledi;
"Üstad böyle istiyor!" dedi!..
Hâdise üzerine o zamanlar Konya Milletvekili ve şimdi Büyük Doğu'cu zanlısı olduğu için açıklar livası Reşat Aksoy'un yazıhanesinde beni görmeye gelen Erbakan'ın her zamanki yüzsüz tebessümüyle bana uzattığı elini reddediyor ve diyorum ki;
- Siz, kendi dâvanızın en büyük cürüm saydığı yalancılığı ve yalancı şahitliği, hem de Allah yolunda gittiğiniz bir insana karşı irtikap edebiliyorsunuz!
Haysiyeti bir paralık olmasın diye bu vesikayı şimdiye kadar sakladım fakat artık ortaya dökülmesini din borcu bilerek ifşa mevkiinde kaldım. Buna rağmen de o gün, bugün, kendisini ıslah yolunda çalışmaktan geri kalmadım.
TEK ÇIKAR YOL
Bu işin tek çıkar yolu, bu zatı ve etrafına halkaladığı balmumu adamlar kadrosunu bir baştan öbür başa tasfiye etmek ve bu felâket hengâmesinde nasılsa vücut bulmasına göz yumdukları Millî Selâmet Partisini "mâ vuzuha leh - liyakat noktası"na oturtmaktır.
Umumî kongrelerinde mi olur, nasıl olur, bilemeyiz, bu mes'ut günü bekliyor ve yüce İslâm anlayış ve stratejisinin ruhlara sinmeye başlayacağı gün, saflarında neferlik vazifesini üzerimize alacağımızı ilân ediyoruz. Hakkın bize bu dünyada ihsan ettiği makamı -asıl makam ötelerde- Allah diyen bir çöpçünün pâyesinden üstün olmasa bile Meclis âzalığından ve hükûmet idareciliğinden çok yüksek gören ve o türü oluşlarla arasındaki bütün köprüleri yıkmış olan biz, böylece yerimizi ve yönümüzü tespit ediyor ve taahhüdümüzü perçinliyoruz:
- Millî Selâmet Partisi'ni balmumu adamlar ve merkezlerindeki nefsaniyet heykelinden temizleyiniz, neferlerinizin ayağındaki postal olalım!
Necip Fazıl Kısakürek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..