Ahmed Naim, Osmanlı’nın son dönemi
ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşamış mütercim, felsefeci ve yazardır. 1872
yılında babasının görevli olarak bulunduğu Bağdat’ta doğdu. İlköğrenimini
Bağdat’ta
gördükten sonra İstanbul’a geldi ve daha sonraki hayatını burada geçirdi. Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Hâriciye Nezareti’nde mütercim olarak göreve başladı. Daha sonra Maarif Nezareti’ne geçti ve burada çeşitli görevlerde bulundu. 1914–1933 yılları arasında Dârülfünûn’da felsefe dersleri hocalığını yaptı. 1919 yılında Dârülfünun’a rektör oldu. Bir süre a’yan azalığı yaptı. 1933’te yapılan üniversite reformuyla görevine son verilen Ahmed Naim, “Felsefe Dersleri”, “Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs” ve “Mantık” adlı telif ve tercüme eserleriyle, felsefe sahasında değerli bir mütercim ve felsefeci olarak tanınmıştır.
gördükten sonra İstanbul’a geldi ve daha sonraki hayatını burada geçirdi. Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Hâriciye Nezareti’nde mütercim olarak göreve başladı. Daha sonra Maarif Nezareti’ne geçti ve burada çeşitli görevlerde bulundu. 1914–1933 yılları arasında Dârülfünûn’da felsefe dersleri hocalığını yaptı. 1919 yılında Dârülfünun’a rektör oldu. Bir süre a’yan azalığı yaptı. 1933’te yapılan üniversite reformuyla görevine son verilen Ahmed Naim, “Felsefe Dersleri”, “Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs” ve “Mantık” adlı telif ve tercüme eserleriyle, felsefe sahasında değerli bir mütercim ve felsefeci olarak tanınmıştır.
Bu yazıda; Ahmed Naim’in
üstlendiği resmî görevler ve esas sahası ahlâkî
yapısı ve özel bir ilgi duyduğu İslâmî ilimlerdeki gayretleri üzerinde
durulacaktır.Ahmed Naim, birçok ilim, sanat ve devlet adamı yetiştiren ünlü
Babanzâdeler ailesine mensup Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Zihni Paşa
Osmanlı’nın son döneminde Irak, Yemen, Antalya, Bolu mutasarrıflıkları gibi
önemli görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır. Hâli vakti yerinde bir ailenin
çocuğu olduğu için Naim Bey, iyi bir eğitim almıştır. Dönemin itibarlı
okullarından Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi gibi modern eğitim veren
okullarda okudu. Kardeşleri İsmail Hakkı, Hüseyin Şükrü ve Hikmet de Hukuk veya
Mülkiye’den mezun oldular. Dönemin düşünce ve siyaset hayatında önemli yerlerde
bulunmuş olan bu ailenin fertleri arasında dindarlığı ile tanınan sadece Ahmed
Naim’dir. Eski İttihatçılardan olan İsmail Hakkı 1910’da Maarif Bakanlığı
yapmıştır. Gazeteci yazar olan Şükrü Baban (ö. 1959) ise hukuk fakültesinde
öğretim üyeliği yapmıştır. Babanzâde ailesinin en küçüğü, Hikmet Baban’dır ve
nesil, onun oğlu Cihat Baban’la (ö. 1984) devam etmiştir. Gazeteci ve yazar
olan Cihat Baban çeşitli dönemlerde CHP’den milletvekili olmuş, 1960 ve 1980
darbe hükümetlerinde bakanlık yapmıştır. Klâsik medrese öğrenimi görmeyen Ahmed
Naim’in ilk dinî eğitimini nereden aldığına dâir bir bilgiye sahip değiliz.
Ancak onun daha lise yıllarından itibaren ibadetine düşkün olduğu, devre
arkadaşlarının anılarında dile getirilmiştir. Galatasaray Lisesi’ndeki
öğrenciliğini anlatan Erişirgil, çalışkan ve çok terbiyeli bir öğrenci olan
Ahmed Naim’in, Fransızca ve Arapçasının çok iyi olmasıyla ve genç yaşlarından
itibaren ibadetlerine olan düşkünlüğüyle tanındığını belirttikten sonra şöyle
der: “Kafasını öyle yapmıştı ki, şüphe denen nesne orada yaşayamazdı. Ona göre
her şey ya ‘nass’ idi ya ‘hiçbir şey…’ ” 2Arapçayı Hacı Zihni Efendi’den
(1845–1913) öğrenmiştir. Daha sonra yaptığı tercümeler ve bazı dostlarıyla
yaptığı okumalar sayesinde Arapçasını ileri bir seviyeye getirmiştir. Yazı
hayatına Arapça ve Fransızcadan yaptığı tercümelerle başlamıştır. Arap
edebiyatından seçtiği edebî parçaların tercümelerini, Servet-i Fünûn
mecmuasında yayımlamıştır. Fransızcadan yaptığı felsefî eserlerle ilgili
tercümeleri ise Dârülfünun Edebiyat Fakültesi mecmuasında yayımlamıştır. Ahmed
Naim, dönemindeki fikir akımlarından İslâmcılık görüşünü benimsemiştir. Bu
akımın yayın organlarından olan Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlurreşâd mecmualarında
özellikle İslâm dinine yönelik saldırı ve eleştirilere karşı pek çok ilmî
makale yazmıştır. Yazı ve kitaplarıyla Batıcılık ve ırkçılığa karşı İslâm
akidesini ve birliğini savunmuştur. Özellikle saldırı niteliği taşıyan yazılara
cevap verirken, “Müdafaat-ı Diniyye = Dini Savunma” başlığını kullanmıştır. Çok
evlilik, tesettür, din ve devlet ayırımı gibi konularda yazılar yazmıştır. Bu
bağlamda Hüseyin Cahid, Tevfik Fikret, Ahmed Emin, filozof Rıza Tevfik gibi
Batıcılarla kalem kavgaları vardır. Dinî muhtevalı yazılarında İslâm inanç
esaslarını anlatırken, İslâm dininin akla ve mantığa uygun olduğu, ilerlemeye
engel olmadığı tezini işlemiştir. Bu arada dinde yapılmak istenen modernist
yorumlara şiddetle karşı çıkmıştır. İslâm toplumunda ortaya çıkan problemlerin
çözümünün Kur’ân ve Sünnet’te aranması gerektiğini savunmuştur. İyi derecede
Fransızca bilen bir felsefeci olmasına rağmen Batı uygarlığına karşı temkinli
davranmıştır. Avrupa’nın ilim ve fennini alırken, kendi kültür ve değerlerimizi
korumak gerektiğini belirtmiştir. Siyasî yazılarının temelini İslâm birliği ve
kardeşliği oluşturur. Bu çerçevede Arapçılık ve Türkçülük akımlarına
yazılarıyla karşı çıkmış; ırkçılığın dinî ve siyasî açıdan tehlikeleri ve
zararlı sonuçları üzerinde durmuştur. “İslâm’da Davayı Kavmiyet” adlı eserinde
ırkçılığın İslâm’a aykırı oluşunu ve tehlikeli sonuçlarını uzun uzun
açıklamıştır. Bu konuda dönemin milliyetçi kalemleri Ahmed Ağaoğlu, Ziya
Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimlerle polemikleri vardır. Ahmed Naim, esas
ihtisas alanı olan felsefede şüphesiz çok önemli çalışmalar yapmıştır. Ancak,
onun en çok sevdiği ve ilgilendiği ilimler İslâmî ilimlerdir. Öyle ki
arkadaşlarını tefsir, hadîs ve fıkha ait malumatına göre bilgili ve bilgisiz
diye ayırırdı. Kelâm, fıkıh, tasavvuf ve İslâm düşüncesine dair yazıları
bulunmakla birlikte, İslâmî ilimler alanında özellikle hadîse ilgi duymuştur.
Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi bu alandaki en önemli eseridir. Aslında
kendisi düzenli bir hadîs öğrenimi görmemiştir. İslâmî kültürün diğer
sahalarında olduğu gibi hadîsi de şahsî gayret ve çalışmalarıyla öğrenmiştir.
Hadîs ilmine olan ilgisinin tam olarak nasıl başladığı bilinmemekle birlikte,
bu ilginin yazı hayatının ilk yıllarına uzandığı görülmektedir. 2. Abdulhamid
döneminde yazdığı bir makalede hadîs-i şerîflere daha uygun olduğu için,
mensubu bulunduğu Şafii Mezhebi’nin ilmî açıdan daha kuvvetli olduğunu savunan
bir makale yazmıştır. 1908 yılında yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm
mecmuasına gönderdiği bir mektupta, fikren ve hissen ölmüş bulunan ümmetin
yeniden dirilmesinin, hadîs ve Sünnet’le mümkün olacağını belirterek, mecmuanın
bu konudaki yayınlara ağırlık vermesini tavsiye etmiştir. Hadîste uzman
olmadığı hâlde hiç olmazsa tercüme yoluyla hizmete talip olduğunu belirtmiş ve
ez-Zebîdî’nin Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ini vakit buldukça tercüme edip
yayımlanmak üzere göndermek istediğini belirtmiştir.1908 yılında çeşitli
mecmualarda yayımlanmaya başlayan hadîs tercüme ve yorumları 1925 yılına kadar
devam etmiştir. Bu tercümeler, aynı zamanda hadîslerin medya yoluyla
yayılmasında bir ilki oluşturmaktadır. Mecmualarda sadece hadîs tercümeleri
değil, hadîs merkezli yazılar da yazmıştır. Ömrünün son yıllarını ise tamamen
hadîs ilimlerine adamıştır. Bu sıralarda, şöyle dediği söylenir:“Hadîs
tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca, ondan önceki vaktimi ne kadar zayi
ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük
âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.”
3Mecmualardaki hadîs tercüme ve yorumlarındaki başarısı, daha sonra ‘Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ hadîslerini tercüme işinin ona verilmesini
sağlayacaktır. 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’in
tercümesi ve tefsiriyle birlikte bir hadîs kitabının tercümesi kararı
alındığında, Mehmed Âkif’in tavsiyesiyle tercüme işi ona verilir. Âkif’e göre
istenen şekilde bir tercüme Naim’den başka hiçbir babayiğidin harcı
değildi.Ahmed Naim, tercüme işiyle resmen görevlendirildiğinde, 25 yıllık bir
mütercimlik deneyimine sahipti. Bu deneyimine hadîse olan özel ilgisi de ilâve
edilince, ortaya mükemmel denebilecek bir Buhârî tercümesi çıkmıştır. Asıl
branşı felsefe olmasına rağmen, bu ilgisi sebebiyle daha çok hadîsçi olarak
tanınmıştır. Ahmed Naim’in, bu tercümesinin bir özelliği de Sahih-i Buhârî’nin
ilk Türkçe çevirisi olması ve ondan sonra yapılan tercümelere kaynaklık
etmesidir. Çünkü onun zamanına kadar Buhârî, Türkçeye tercüme edilmemiştir.
Deneyimli ve uzman bir mütercim olarak yaptığı tercümeler, alanında bir çığır
açmıştır. Bu tarz, daha sonraki Kur’ân ve hadîs tercümeleri için bir örnek
oluşturmuştur. Klâsik hadîs usulü kaynaklarındaki bilgileri başarılı bir
şekilde özetlemiş, zaman zaman kaynak kritiği de yapmış ancak klâsik hadîs
çizgisi içerisinde kalmaya özen göstermiştir.Hadîsçilerin rivayet metotlarını,
“methode historique” denen tarih metodolojisi kurallarıyla mukayese ederek
tarih tenkit kurallarının, hadîsçiler tarafından asırlarca önce sened ve metin
tenkit kuralları adı altında başarılı bir şekilde uygulandığını göstermeye
çalışmıştır. Ona göre hadîsçilerin geliştirdikleri metotlar güvenilir ve
yeterlidir. Dolayısıyla hadîs tashihinde onların değerlendirmelerine bağlı
kalmak gerektiğini savunmuştur.Ahmed Naim; vahiy, mucize, melek, cin, isra ve
mi’rac gibi duyularla algılanamayan konularla ilgili hadîsleri izah ederken,
günün modasına uyarak onları rasyonelleştirme gayreti içinde olmamıştır. Ona
göre akıl her zaman imkân sahasının sınırlarını belirleyemez, dolayısıyla tarihte
olduğu gibi bugün de imkânsız gibi görünen şeylerin zamanla gerçek diye ortaya
çıkabileceğini, zamanındaki keşif ve icatlardan örnekler vererek açıklamıştır.
Bu yüzden açıklamalarında, hadîsleri çağdaş bilimin verilerine uydurma gibi bir
gayret içerisinde olmamıştır. Zaman zaman müspet ilimlerin verileriyle bazı
gaibî konuları telife çalışır; ancak asla zorlama yorumlarda bulunmaz. Böyle
durumlarda tercihini hadîsten yana koymuştur.Ona göre, İlâhî kitapların gayesi,
insanların akıl ve tecrübe sayesinde kendiliklerinden keşfedebilecekleri kâinat
hakikatlerini öğretmek değildir. İlâhî kitapların hedefi, bundan çok daha
önemli olan sahih akide, insan ruhunu güzelleştirme, her iki dünyada hayır ve
iyiliklere vesile olan amelî hükümler, kalb ve beden temizliği gibi ulvî
değerleri öğretmektir. Onların tabiat ilimleri ve astronominin alanına
girebilecek konulardan ara sıra bahsetmeleri ise, Rabbanî kudretin delillerine
dikkat çekmek içindir. Ahmed Naim eserinde, gerek daha önceden yaşamış
müsteşriklerin gerekse çağdaşlarının hadîslere yönelttikleri bazı eleştirilere
de cevaplar vermiştir. Hadîslere yönelik eleştiriler karşısında savunmacı bir
tutum benimsemiştir. Ancak telâşlı değil, soğukkanlı ve ihtiyatlıdır.
Geleneksel metotların doğruluğu konusunda en ufak bir tereddüdü söz konusu
değildir. Bu yüzden iç tenkit yaptığı görülmez. İslâm kültürünün ve hadîslerin
yoğun olarak eleştirildiği bir dönemde, aslında onun bu tavrını, özgüvenle
kendi değerlerini sahiplenmek olarak görmek gerekir.Meslekten bir hadîsçi olmamasına
rağmen, Türkiye’de son yüzyılda hadîs çalışmalarını yeniden canlandırmış, hadîs
usulü ve hadîs yorumlarına orijinal katkılarda bulunmuştur. Tecrîd-i Sarîh ve
Nevevi’nin Kırk Hadîs’i uzun yıllar Türkiye’de hadîs konusundaki bilgi
ihtiyacını karşılamış ve adeta birer klâsik hâline gelmiş önemli eserlerdir.
Bunlar yeniden gözden geçirilip modern bir baskıya kavuşturulursa daha uzun
yıllar bu ihtiyacı karşılayabilecektir.Hem felsefî alanda hem de İslâmî ilimler
konusunda iyi bir birikime sahip olan Ahmed Naim, tasavvufla da ilgilenmiştir.
İslâm düşüncesinin zengin bir tasavvuf felsefesine sahip olduğunu belirtmiş ve
bunu Batı felsefesine bir alternatif olarak göstermiştir.Naim Bey, Halveti
Tarikatı’nın şeyhi ve zamanın önde gelen mutasavvıflarından Fatih türbedârı
Ahmed Âmiş Efendi’ye (1807–1920) intisap etmiştir. Âmiş Efendi ömrünün son
yıllarını onun evinde geçirmiştir. Ahmed Âmiş Efendi’nin etrafında toplanan
bütün tasavvuf müntesipleriyle tanışır, görüşür; fakat tasavvufun ana
meselelerinde onlarla tamamıyla aynı fikirde değildir. Sağlam bir şeriat ve
fıkıh bilgisine sahip olan Ahmed Naim özellikle “vahdet-i vücud”, “İrade”,
“sırr-ı kader” gibi meselelerde onlardan farklı düşünür ve bu gibi konuların
ulu orta konuşulmasından rahatsızlık duyardı. Bu çerçevede meşhur mutasavvıf
Muhyiddin-i Arabî için Şeyh-i Ekber diyecek kadar büyük saygısı olmasına rağmen
onun şeriatın zâhirine aykırı olan sözlerinin, dalalete sevk edebilir
endişesiyle konuşulmasını ve neşredilmesini tensip etmezdi.İlim ve irfan ehliyle
görüşmeyi çok seven Ahmed Naim, zâhir ve bâtın ilimlerinde tanınmış kimi
duyarsa mutlaka onunla görüşürdü. Abdülaziz Mecdi Efendi (v. 1941), Şeyh Esad
Erbîlî Efendi (v. 1931) gibi zamanın büyük mutasavvıfları ile görüşmüştür.
Özellikle Şeyh Esad Erbîlî’yle iyi görüşür, kendisini sık sık ziyarete gittiği
nakledilir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin
sohbetlerini dinlemekten hayranlık duyardı. Tasavvufa bağlılığı, Âmiş
Efendi’nin vefatından sonra halifesi M. Tevfik Efendi’yle de devam etmiştir.
Ahmed Naim’den söz eden biyografi ve hatırat kitaplarında, genellikle onun
Arapça ve Fransızcaya olan hâkimiyetinden, bilgisinden, titiz bir araştırmacı
oluşundan, dürüst ve samimi bir Müslüman oluşundan söz edilir. Dostları,
meslektaşları ve öğrencilerinin onun hakkında yazdıklarına göre, Ahmed Naim,
“selef-i salihin siretinde yaşamış”, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı
örnek alınacak bir insandı. Onun hem İslâmî ilimleri hem de Batı düşüncesini
bilmesi fakat ondan etkilenmemesi, kendi dönemindeki aydınlar için oldukça
etkileyici olmuştur. Şair ve edebiyatçı Mithat Cemal Kuntay (ö.1956) Naim’le
ilk karşılaşmasında ‘Namaz kıldığı için, ben onu Fransızca bilmez sanmıştım.’
diyerek şaşkınlığını ifade eder. Ahmed Naim’in bir yandan ‘Le Temps’ gazetesini,
diğer yandan Muhyiddin-i Arabî’nin, İmamı Müberred’in eserlerini okuduğunu
belirten Kuntay, onun Batı düşüncesi karşısındaki sağlam duruşunu şöyle tasvir
eder:“Başı iki kısımda: Doğu ve Batı! İkisi birbirine karışmayarak yan yana
duruyordu: Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler. Bu filozoflara
Naim, şaşılacak derecede nüfuz ediyordu; fakat bu filozoflar, şaşılacak acizle
Naim’e nüfuz edemiyorlardı…” Hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilmesini Kuntay,
“kafası gavur, kalbi Müslüman” olarak tasvir eder.Üniversite hocalığı yaptığı
sıralarda akşamüzeri Beyazıt Camiî yanındaki “Küllük” kahvesinde dostlarıyla
ilmî sohbetler yaparlardı. Bu sohbetlere zamanın tanınmış edipleri, şairleri,
yazarları ve ilim adamları katılırlardı. Mehmet Âkif’le tanışması da burada
olmuştu. Diğer dostları Mehmet Şevket Bey birlikte üçü bir araya gelip klâsik
Arapça okumaları yaparlardı.Naim’in dostları arasında Mehmet Âkif Ersoy’un özel
bir yeri vardır. Bu mekânda sıklıkla bir araya gelir, politika, edebiyat ve
diğer meseleleri konuşurlardı. İkisi de dairelerinden çıkınca, burada
birbirlerini beklerlerdi. Âkif’i en çok etkileyen yönü, Batı düşüncesine vâkıf
olmasına rağmen din konusundaki sağlam inancıdır. Âkif, Naim Bey’le tanıştığı
sırada birçok mektepli genç gibi zihni, akidesi tereddütlerle dolu idi. Naim
Bey’in kafasında ise şüphe denen nesne yaşayamazdı. Âkif, Naim Bey’le konuştuğu
zaman farkına vardı ki, o kendisinden kat kat fazla Fransızca biliyor, kendi
kadar da Arapça… Naim, Galatasaray Sultanisi’nden çıkarken Fransızca hocası ona
on üzerinden dokuz puan vermişti ki, bu kadar yüksek puanı, mektebin tarihinde
bu hocadan kimse alamamıştı ve bu hoca Fransız’dı. Fakat dokuz puan verilen bu
Fransızca Naim’i değiştiremiyordu. Âkif, bu değişmeyen Naim’i seviyordu.İşte
Âkif, karşısında böyle gerçek bir ilim adamı görünce ona âdeta vuruldu. Hint ve
Mısır âlimlerinin eserleri kadar Avrupa kitaplarını da okuyan adamın beş vakit
kıldığı namaz, Âkif için başka bir mânâ taşıyordu. Nitekim Âkif, daha sonra en
çok sevdiği şiiri olan “Secde”yi en sevdiği bu dostuna ithaf edecektir. Naim
deyince içimde bir yanardağ tüter diyen Mehmet Âkif için o, sikadandır, ne
derse öyledir, sözü sened teşkil eder.Âkif’in “ashap’tan sonra en sevdiğim
adam” dediği Naim’le dostluğu kırk iki sene devam etmiştir. Naim vefat ettiği
gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecektir. Ahmed Naim’in bu
örnek yaşantısı, dönemindeki birçok âlim ve aydın tarafından dile
getirilmiştir. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’ye göre Naim Bey selef-i
sâlihindendir, Asr-ı Saadet’ten bir parçadır. İlim, irfan, edep, ahlak, namus,
şeref, kanaat… ne deseniz bütün faziletler onda mevcuttur. Çalışma arkadaşı ve
aile dostu Muallim Cevdet, Naim Bey’in ahlâkî seciyesi hakkında şöyle
demektedir:…. Kaba taassuptan kurtulmuş, temiz bir Müslüman örneği idi.
Edebiyat ve musiki dostu idi. İmanında sabit idi, neye inanmışsa sonuna kadar
sâdık kaldı. Onda riya veya kuru sofuluk gibi şeyler yoktu. Doğu’nun dinî
feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Batı ilminin âşığı fakat pozitivizmin
düşmanı idi. Onda “Muhammed” bir yürek vardı.Kendisiyle 25 senelik
arkadaşlıkları olduğunu söyleyen Mehmet Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul
(ö.1952), Ahmed Naim hakkında şunları yazmıştır: “Merhum kayınpederim Mehmet
Âkif gerçi arkadaşlarını ayırdetmez ve hepsini severdi, fakat kalbinde Ahmed
Naim’e ayırdığı yer muhakkak ki imtiyazlı idi. Onun için Ahmed Naim’in öldüğü
haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlayacak derecede bu aziz dosttan
ayrılışının acısını derinden hissetmişti. O zaman gönderdiği mektupta “Onun
ölümünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım.” diye yazdığını bizzat
görmüştüm. Sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey
üzerinde sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak, daima doğruyu söylemek,
bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmek ve çok çalışmak gibi meziyetlere
sahip olan Naim, hak olduğuna inandığı yolda zerre kadar ayrılmayarak yaşamış
ve öylece ölmüştür.”Kendisinden sonra yarım kalan Tecrid-i Sarih’in tercümesini
tamamlayan Kâmil Miras onun bu nezih yaşantısını “O selef-i salihin siretinde
yaşamış yüksek bir fazilet örneği idi” diye özetlemektedir. Doğu’nun dinî
feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Bu özelliğiyle Naim daha sonraki
yüzyılda da devam edecek olan, hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilen Müslüman aydın
tipinin ilk örneğini vermiştir. Ahmed Naim’in bu örnek kişiliği, muhalifleri
tarafından da dile getirilmiştir. Dârülfünun’da beraber hocalık yaptıkları
Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), dünya görüşleri farklı olmasına rağmen, Naim
Bey’in gülen, gülümseyen ve hayli manidar konuşan bir âlim, özellikle inanan
bir insan olmasından hoşlandığını belirtir. Beyatlı, bir yazısı dolayısıyla
aralarında geçen kırıcı bir tartışmadan dolayı Ahmed Naim’in aradan uzun bir
süre geçmiş olmasına rağmen özür dilemesini takdir ve hayretle
anlatır.Mülkiyeliler tarihini yazan Ali Çankaya’ya göre, varlığı ile iftihar
edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Halûk, dürüst, münekkit,
inançlarına taassupla bağlı bir zâttı.Ahmed Naim’in öğrencilerinden olan
felsefe tarihçileri Macit Gökberk ve Niyazi Berkes, ideolojik bakış açılarının
etkisiyle hocalarını zaman zaman alaycı ve tahkir edici bir üslûpla
anlatmışlarsa da, onun bazı meziyetlerini itiraf etmekten de kendilerini
alamamışlardır. Gökberk şöyle der:“Naim Bey, dünya görüşlerimiz birbirine
büsbütün karşı olduğu hâlde, çok saydığım bir hocamızdı. Genel felsefe ve
metafizik dersleri verirdi. İslâm kültürüne hayrandı. Değişen toplum koşulları
içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe
bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını idi. Cumhuriyet’in en
coşkulu en parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu.
Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez bir saygı konusu yapıyordu.” Yeri
gelmişken Ahmed Naim’in bu sağlam duruşunu ve tutarlılığını gösteren iki
anekdotu aktarmak uygun olacaktır: Ahmed Naim, Dârülfünun Rektörü iken Maarif
Nezareti’nden, İnas Dârülfünu’nun (Kız Fakültesi) kapatılarak kız ve erkek
öğrencilerin bir arada okutulması emrini alır. Naim Bey bu emrin geri alınması
için uzun uğraşılar verir. Başarılı olamayınca, “Kız ve erkek çocukların bir
arada okumalarına izin veremem, bu, dine aykırıdır.” diyerek rektörlükten
istifa eder. Mustafa Sabri Efendi, onunla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Şeyhülislâm olduğum sıralarda A’yan Meclisi’ne girecek azalar arasına Ahmed
Naim Bey’i de yazdık. Bunu öğrenen Naim, bir sabah namazından sonra kapımı
çaldı. Hayırdır inşallah Naim Bey, buyurun, deyince şunları söyledi:‘Efendim
A’yan listesini gördüm. Bendenizin de ismi var. Efendi hazretleri bu memleket,
bu kadar mı kaht-ı ricale düçar oldu. Adam kıtlığına düştü? Memleket ne hâle
geldi? Bendeniz kim oluyorum da a’yandan oluyorum efendim? İstirham ederim
efendim beni bu listeden siliniz…’Naim Bey parçalanıyor neredeyse yalvarıyordu.
‘Efendim ben kendimi bilirim. Layık olmadığım o makamdan alacağım maaşı
çocuklarıma nasıl yediririm?’ diyordu.” Mustafa Sabri Efendi uzun uğraşılardan
sonra onu ikna edip geri gönderir.4 Günümüzde ehil olup olmadığına bakmaksızın
milletvekili olmak için olmadık yollara başvuran siyasilere Ahmed Naim’in bu
tavrı çok şey anlatıyor olmalıdır. Ahmed Naim 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü
öğle namazını kılarken ikinci rekâtın secdesinde vefat etmiştir. Vefatından
önce tercüme ettiği son hadîs hasta namazına dairdir. Bu hadîsin tercümesi de,
tıpkı namazı gibi yarım kalmıştır. Konuyla ilgili şöyle bir anekdot nakledilir.
Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince
tercümeyi bitirip bitiremeyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak
üzere istihareye yatmıştır. Âlem-i mânâda Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih
Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatin arasında.
Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve
Naim Bey’e enfiye5 ikram etmiş… Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde
birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya (Celal
Ökten, ö. 1961) anlatmış ve tabir için Cerrahi asitanesi şeyhi Fahrettin
Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar
duymaz “Ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek; fakat bunu bu
şekilde kendisine söylemeyin.” demiş…”6Hasta namazına dair hadîsin yarım kalan
tercümesi, yarım kalan namazı ve kendisine “secde” şiiri ithaf edilmiş bir
insanın “secde”de teslim-i ruh etmesi ancak güzel bir akıbetle izah
edilebilir.Ahmed Naim’in vefat haberini Mısır’da öğrenen Mehmet Âkif, hüngür
hüngür ağlamış ve “Onun ölümünü haber aldığım ânda, dünya başıma yıkıldı
sandım.” demiştir. Cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi. Mehmet Âkif’le
yan yana defnedilmeyi vasiyet etmişti. Ne var ki Âkif ‘ten önce vefat etmiştir.
Ancak ondan kısa bir süre sonra vefat eden sadece Âkif değil, diğer bir dostu
Muallim Cevdet İnançalp da onun yanına defnedildi. Bugün üç dost, Edirnekapı
Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar. Yakın dostlarından Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır, şu mısralarıyla merhumun ölümüne tarih düşmüştür:
“Verdi ser Hamdi bu tarihe
cihan
Secdede gitti Hûdaya Naim”
*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak.
Öğretim Üyesihhansu@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Ahmed Naim’in Felsefe ve Ahlak
konusundaki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Kara, Bir Felsefe
Dili Kurmak, Dergâh Yayınları: İstanbul 2001; Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed
Naim’in Felsefi Görüşleri,” AÜİFD, XXXVI (1997), s. 297-339.
2. Mehmet Emin Erişirgil, İslâmcı
Bir Şairin Romanı, s. 258. Bu yazıda zorunlu olmadıkça alıntılar için dipnot
verilmemiştir. Diğer referanslar için bkz. Hüseyin Hansu, Babanzade Ahmed Naim
Bey, Kaynak Yayınları 2007.
3. E. Edip, M. Âkif, s. 111; M.
Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 262.
4. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar,
Kaynak Yayınları İstanbul 2009, II, 116-117
5. Öğrencilerinin anlattığına göre Ahmed
Naim, derslerde (yıl 1929) enfiye kullanırmış. (Bkz. Niyazi Berkes, Atatürk ve
Devrimler, İstanbul 1982, s. 21). Enfiye kullanmasının bu rüyayla ilgisinin
olup olmadığı merak edilmeye değer bir konudur.
6. İsmail Kara, “Rüya İle Sayıların
Esrarı Arasına Sıkışmış Bir Secde Ömür”, Dergah Dergisi, XI (2000) 130, s. 3.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekür ederiz..